Ölümle Başlayan Yolculuk -7-

Gaybet Ateşinin Alevleri

Beni deli sanıp şaşkın şaşkın hâlimi seyreden ahali, Habip’le aramızda geçen konuşmadan sonra kendilerine gelip etrafımı sardı ve dediler:

— Delirmediğin anlaşıldı; bu hâlin nedir peki?

— Ehlibeyt muhiplerindensiniz galiba; yoksa burada ne işiniz olurdu?! Resulullah’ın (s.a.a) Ehlibeyti’nin ve bütün müminlerin göz aydınlığı olan Hz. Meh-di’yi (a.f) tanıyorsunuzdur o zaman.

— Onun muhipleri, aşıkları ve dergâhının toprağıyız.

— Bin yılı aşkın süredir gece-gündüz çöllerde ağlayıp sızladığını, yanıp yakıldığını biliyorsunuzdur?

— Biliriz, ancak elimizden ne gelir?

— Bu zevk-u sefayı bırakamaz mısınız? Maşukunun renginde olmayan aşık kahrolsun! O, uzun bekleyişin sıkıntısını yaşarken siz nasıl sefa sürebilir ve aşığı olduğunuzu söyleyebilirsiniz? Sevginin rolü bu ol-masa gerek!

“Sözlerin en güzeli, amelle doğrulananıdır.” [1]

Etrafımı saran ve sayıları binleri bulan topluluğun durumu değişti, yüzlerinde hüzün çizgileri belirdi ve dağılıp gittiler.

Ardından çadırların toplandığını gördüm. Herkes eski elbiseler giyip başı açık ve yalın ayak bir hâlde gelip karşımda durdular.

Onlara dönüp dedim:

— Ne mutlu size ve gayretinize! Şimdi hep birlikte Beyt-ul Mamur’a yönelip duamızın kabulü için şu ayeti okuyalım:

(Onlar mı hayırlı,) yoksa darda kalana, kendine yalvardığı zaman karşılık veren ve (başındaki) sıkıntıyı gideren mi?”[2]

Yüksek sesle okuyun, “darda kalan” ile kastettiğimiz, zamanın imamı Hz. Mehdi’dir.

Yavaş yavaş bu olay Habip b. Mezahir ve Hâdi aracılığıyla bütün Selâm Vadisine yayıldı.

Hz. Mehdi’nin (a.f) sıkıntısı, uzun bekleyişi, yar ve yaversiz oluşu hakkında coşkulu konuşmalar yapıldı, içten dualar edildi…

Fakat Resulullah’ın (s.a.a), henüz kötülerin iyilerden, kâfirlerin müminlerden ayrılmadığından dolayı duanın kabul zamanının gelmediğini buyurmuş olduğunu duyduk.

“…Eğer onlar birbirinden ayrılmış olsalardı, elbette onlardan inkâr edenleri elemli bir azaba çarptırırdık.”[3]

Bu uzun bekleyişin sebebi de işte bu ayettir.

İniltilerimiz duaya dönüşmüştü:

“Allah’ım, bir göz açıp kapatma süresi içinde, hat-ta daha kısa bir süre içinde bize bir kurtuluş ver. Ya Muhammed, ya Ali! Ya Ali, ya Muhammed! Bana yardımcı olun; gerçek yardımcılar sizlersiniz ve bana yetin (yeteri kadar lütfedin); gerçek yetenler sizlersiniz.”[4]

O kadar “Ya Muhammed, ya Ali!” ve “Ya Ali, ya Muhammed!” dedik ki… onların da ellerini kaldırarak dua ettiklerini gördük:

“Allah’ım, Âli Muhammed’in Kaaim’inin (Hz. Meh-di’nin) zuhuruyla kurtuluşumuzu yakın kıl! Onun yardımıyla düşmanlarımızdan intikam al! Belâ ve sıkıntı anlarında dahi sana kulluk sunmaktan el çekmeyen ve sana ortak koşmayan kullarını ortaya çıkar.”

Ulvîlerde söylenen ve duyulan her şeyin bir kopyası yanımızdaki levhada görünüyor ve haberimiz oluyordu.

Bu sırada yüce Allah’tan şöyle bir hitap geldi:

“Ey Muhammed, duanı kabul ettim ve kurtuluşu yakın kıldığımı göreceksin!”

Resulullah (s.a.a) bunun üzerine dedi:

— Biz senin rızana razıyız, senin yaptığın her şey güzeldir. Ancak kullarından biri, misafirhanene gelip diğer misafirlerinle birlikte sofranın başına oturmuş, fakat dileği verilmedikçe sofrana el uzatmayacağını söylüyor; dileği ise vaat edilen Hz. Mehdi’nin (a.f) zuhurudur.

Diğer misafirler de ona katılmış, dileklerini şöyle dile getiriyorlar:

Zamanımızın imamı ve maşukumuza, başına gelen musibetlerden ve zuhur vaktinin uzamasından dolayı hiçbir şey hoş gelmiyor, bu durumda biz nasıl hoş vakit geçirebiliriz? O ağlarken, inim inim inlerken, biz nasıl neşeli olabiliriz?! Maşukunun derdine ortak olmayan aşık kahrolsun!…

Bunlar dünyada, yüce bir zattan büyük bir rica ve istekleri olduğunda, bunu onun evinde ve sofrasının başında dile getirirler ve istekleri yerine getirilmedikçe, ellerini sofraya uzatmazlardı. Ev sahibi de, her ne kadar büyük ve ağır da olsa tereddüt etmeden isteklerini yerine getirirdi.

Şimdi bunlar, senin mutlak cömert ve her şeye kadir olduğuna, hacet sahiplerine icabet ettiğine, darda kalanların imdadına koştuğuna ve senin hükmünü kimsenin reddedemeyeceğine inanmakta ve dileklerini kabul etmeni istemekteler.

Bu konuşma devam ederken biz, suyun başına toplanan susuz develer gibi Resulullah’ın (s.a.a) sözlerinin kopyalandığı levhanın başında izdiham etmiştik.

Anladık ki, Resulullah’ın (s.a.a) da gönlü bizimledir ve bazı emarelerden, yakında arzumuza kavuşacağımızı da bilmiş olduk. 

Sevinçten açılan yüzlerimizle yüce Allah’ın olumlu cevap vereceğini bekliyorduk ve böyle bir cevabın geleceğine de emindik.

Çünkü yüce Allah, Resulullah’ın (s.a.a) da bizden yana meyilli olduğunu biliyordu.

Yüce Allah, cevap konusunda biraz bekledi; tıpkı “mümin kulunun ruhunu almada tereddüt ettiği” gibi.[5]

“Hayır” deyip de habibini üzsün mü (ki üzmek istemez), yoksa “Evet” mi desin?

Belki de Allah’ın takdiri şimdilik bunu gerektirmiyordur.

İntikam Sevdası

Allah’tan beklenen cevap nihayet geldi:

“Düşmanlardan intikamı Berehût Vadisinde alacağız. Düşünülen şeyi velimiz Hasan oğlu Mehdi bilir. O, dünya intikamının gecikme sebep ve maslahatlarını bildiği için pek endişelenmiyor ve onun rızası bizim rızamıza bağlıdır.”

“Onlar ancak Allah dilerse dilerler.”[6]

“Ancak sabırları tükenen bu matemli kalabalığın da haklı yanları var. Bunlar tertipledikleri toplantılar, tuttukları matemlerle benim rahmet ve hamiyet deryamı coşturdular, ben de bu misafirlerimin dertlerine deva kılacağım. Düşmanların başına gelecekleri görüp rahatlamaları için onları Berehût Vadisine götürmek üzere bir grup meleği görevlendirdim.”

Bu sözleri dinledikten ve herkes kendi idrak ve ka-pasitesi oranında kendine pay çıkardıktan sonra Bere-hût Vadisine gidip gitmeme hususunda bir tartışma başladı.

Kimileri gitmekten yana olmazken, kimileri de gidip onların azap çekmelerini görmenin gerekli olduğunu savunuyordu. İleri sürülen gerekçeler de görüşler kadar farklıydı.

Gitme taraftarı olmayanlar, Allah’ın vaadi gereği azabın gerçekleşeceğini ayrıntılarıyla olmasa da bilmelerinin yeterli olduğuna vurgu yapıyorlardı.

Berehût’a gitmekten yana olanlar ise, azabın vukuunu seyretmekle kalplerinin teselli bulacağı yönünde yoğunlaşıyorlardı.

Bu arada bir başka grup da, azabın vukuunu seyretmenin de yeterli olmayacağını ve olayın peşini bırakmamaları gerektiğini ileri sürüyordu.

Bu ihtilaf ve keşmekeş bir gürültüye dönüştü, kimin ne dediği anlaşılmıyordu bile.

Sessizliği hâkim kılmak için her ne kadar çaba sarf ettiysek de başarılı olamadık.

Bu arada, azamet ve heybetleriyle hayranlık uyandıran bir grup melek geldi. Eski elbiseler giydiğimizi, yalın ayak olduğumuzu, tozlu topraklı ve perişan hâlimizi görünce, kendilerini üstün sanıp özellikle de beni tahkir yüklü bakışlarıyla baştan ayağa süzdüler.

Onların gelişiyle bir sessizlik çökmüştü üstümüze.

Ehlibeyt dostları arasındaki görüş ayrılığını gider-mek ve de meleklerin bizden üstün olmadıklarını, aksine bizim üstünlüğümüzü kanıtlamak için meleklere itina etmeden minbere çıkıp hutbe okumaya başladım.

Melekler; “Bizim karşımızda bu adam ne söyleyebilir?” düşüncesiyle şaşkın şaşkın bakakaldılar.

Ben de, bu şaşkınlığa tuz-biber olsun diye hutbeme şöyle başladım:

“Bismillahirrahmanirrahim.”

“Hamt, kendisinden başka ilâh olmayan yüce Allah’a mahsustur. Gizli ve açıkta olanı bilir; Rahman ve Rahimdir. Her şeyin gerçek melik ve malikidir, bütün noksanlıklardan münezzehtir, hiç kimseye de zulmetmez. Varlıklara güvence veren O’dur. Her şeyi gören-gözeten O’dur. Yenilgi kabul etmeyen, güçlü iradesiyle her şeyi ıslah eden kuvvet sahibi O’dur. Yüceliğe layık olan O’dur.”

“Âlemlerin Rabbi, darda kalanların duasına icabet eden, zor durumda olanların sıkıntılarını gideren, zavallılara merhamet eden, korkanlara güvence olan, yardım isteyenlerin yardımına koşan ve ululananları horlayan O’dur.”

Bunu duyan melekler diz üstü oturdular. Çünkü bu son cümle onları da kapsıyordu.

“Salât ve selâm sayının ilkine, bir ve tekin gölgesine, kâinat kitabının fatihasına (başlangıcına), varlık nurunun besmelesine, Beyt-ul Mamur ve Kitab-i Mas-tur olan Hatem-ul mürseline ve kutlular nuru Ehlibeyti’ne; özellikle de acayipler ve olağanüstülükler sahibi, küfür ordularını bozguna uğratan ve Allah’ın yenilmez arslanı olan amcası oğlu, damadı ve hak halifesi Ebu Talip oğlu Ali’ye.”

“Şanı yüce Allah buyuruyor:

“Bismillahirrahmanirrahim. Biz ise yeryüzünde zayıf düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları vârisler kılmak istiyoruz.” [7]

“Ey gönlü münevver kardeşler, ey meydanların kahramanları, ey ümmetin imam ve önderlerinin aşıkları! Peygamberimizin Ehlibeyti zayıf olmadıkları hâlde güçsüz düşürüldüler. Cehalet yurdu olan dünyada zalim cahillerin zulmüne maruz kaldılar. Evlerinin kapılarına kilit vuruldu, gözcüler dikildi.”

“Peygamberinizin kızı Fatıma’nın evini ateşe verip kapısını zorla açtılar ve onu kapıyla duvar arasında sıkıştırıp kapıdaki çivinin, göğsüne isabet etmesine sebep oldular.”[8]

“Allah’ın sağlam ipi olan Hz. Ali’nin (a.s) boynuna ip bağlayarak yerlerde sürüklediler. Boynunda ip sürüklenirken; ‘Allah’ın dinine yardım edecek kimse yok mu?’ diye seslendiğinde, yardımına koşan da olmadı.”

“Allah’ın geniş rahmeti ve sınırsız aşk meydanının tek eri olan Ali oğlu Hüseyin de; ‘Allah’ın dinine yardım edecek kimse yok mu?’ diye haykırdığında, onun da yardımına koşan olmamıştı.”

“Onların nidası bize ulaşmış durumda, bu haykırışa elbette ki cevap vermeli ve elimizden gelen her şeyi yapmalıyız.”

“Allah’a yönelttiğimiz bu dileğimizde, ne dünyevî, ne de uhrevî hiçbir çıkar söz konusu değildir. Böyle bir günün gelip çatmasını dünyada o kadar bekledik ki, bekleyen gözümüzü kör olarak ve vaat edilmiş günün hasretiyle mezara taşıdık. Bugün bundan başka amacımız ve yolumuz yoktur.”

“İşin künhüne erememiş olan dar görüşlüler; ‘Bu hususta fazla ısrarcı olmamak lâzım.’ diye dursunlar, onlara aldırmayın. Çünkü bu ısrar, bir mahluka değil; Kerim olan Rabbedir. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir. Israr edenlerin ısrarı O’nu bıktırmaz.”

“Onların azap edilişini seyretmeye ne gerek var? Nasıl olsa tam anlamıyla gönül şifa bulmayacaktır, de-mek de Allah’a karşı bir nevi itaatsizlik olur.”

“Tam anlamıyla savaş hazırlığı yapıp güçlü ve her şeye amade olarak gitmeli ve savaşmamıza müsaade edildiğinde de düşmana aman vermeden meydana atılmalıyız. Oraya gitmeli, amacımıza ulaşıncaya kadar ısrarlı olmalı ve binlerce yıl sürse dahi orada beklemeliyiz.”

“Böylesi sarsılmaz irade, azim ve yüce himmete sahip olanlar bize katılsın!”

On iki bin kahraman, bu amaç uğrunda her şeye hazır olduğunu ilân etti. Bunun üzerine ben de minberden indim.

Evin kapısı açıldı, bin kişi silâh kuşanıp bineklerine bindiler. Komutanlarına bayrak verildi ve her an için o iki garip imamın “Yardım edecek kimse yok mu?” feryadını duyuyormuş gibi davranmaları ve “Biz varız, geldik işte!” demeleri öğütlendi.

Meleklerin reisine; “Bunlarla birlikte yüz melek göndermelisin.” dedim.

O zavallı da kabul etmekten başka çare bulamadı. Durumdan memnun olmadığını sergileyen davranışlarda bulundu. Belki de aklımızı yitirdiğimizi sandı.

Belli mesafeler gözetilerek yüz melek eşliğinde bu akınlar sürdürüldü.

Altı bin kişiden oluşan yedinci grup diğer meleklerle birlikte hareket etti.

Ben de onların içindeydim. “Yardım Allah’tan ve zafer yakındır.” [9] sancağını kendim taşıyordum. Yalın kılıçlarla, “lebbeyk” feryatlarıyla, atların kişnemesi ve binicilerin süratli hareketiyle zemin ve zamanı titretmedeydik.

Ben, meleklerin reisiyle birlikte bu şaha kalkmış ordunun önünde omuz omuza hareket ediyordum.

Refikim suratını asmış, başını aşağı eğmişti, şaşkınlığını gizleyemiyordu ve gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Hiç konuşmuyor ve düşünceliydi de aynı zamanda. Bazen konuşmak istiyor, ama sonra vazgeçiyordu.

Onun neler düşündüğünü hissetmeme rağmen yine de sordum:

— Ne oluyor size?

— Ben sizin bu hareketinizden dolayı Allah’ın azabına uğramanızdan ve bizim de sizin aranızda sizin ateşinizle yanmamızdan korkuyorum. Şimdiye kadar bu Emniyet Vadisinde böyle bir şey görülmemiştir.

— Siz niye bizim ateşimizle yanasınız ki?!

— Sizi bu çirkin işinizden alıkoymadığımız için.

— Gerçekten çirkinse yaptığımız, neden alıkoymuyorsunuz?!

— Çünkü biz, sizi Berehût’a götürmekle görevlendirildik.

— İşte biz de sizinle geliyoruz; o hâlde çirkin olan ne?

— Bu şekilde ordu sevk edip fitne çıkarmanızdır.

— Yüce Allah size, bizi başka bir şekilde götürme-nizi mi emretti?

— Hayır, sadece “Onları götürün.” buyurdu.

— O hâlde size sadece götürmeniz emredilmiştir; ister atlı olsun, ister yaya; ister silâhlı, ister silâhsız; nasıl olursa olsun, götürmek zorundasınız. Sizin göreviniz budur ve bu da çirkin değildir; çünkü yüce Allah çirkin bir şeye emretmez.

Bu durumda sen bizi bundan alıkoysaydın, Allah’ın emrine aykırı hareket etmiş olur ve bu yüzden de Allah’ın gazabına uğrardın.

İyiliğe emretmek ve kötülükten sakındırmak, iyilik ve kötülüğü tanıyan ve bu ikisini birbirinden ayırabilen kimseye farzdır. Sen daha iyilikle kötülüğü tanımış değilsin; o hâlde bizi bir işten nasıl alıkoyabilir veya bir işe emredebilirsin?

Bu sözlerden sonra biraz kendini toparladı ve mü-tevazılıkla dedi:

— Allah’a şükürler olsun sizi alıkoymaya kalkışmadım.

— İnsan olma hamiyet ve gayretim, sizi daha da horlamamı ve küçük düşürmemi gerektirir.

“Burada şimdiye kadar böyle bir şey görülmemiştir.” demekle kıyaslama yapıyorsun. Bu sözden şöyle bir mana çıkarılabilir:

“Gelecek, geçmişteki gibi olmalı ve geçmişte vuku bulmayan hiçbir şey bundan sonra da gerçekleşmemelidir.”

Oysa ki kendi yaratılışıyla Âdem’in yaratılışını kıyaslayarak kibirlenen ilk kişi İblis’tir. Ateşten olan her şeyin ateş gibi nurlu, topraktan olanınsa toprak gibi mat ve karanlık olduğunu söylemek doğru olmaz.

Ve bildiğin gibi İblis’in kıyası yanlıştı ve bu ululanması sonucu yüce Allah’ın katından kovulmuştu. Oysa senin bu batıl kıyasının karşısında yüce Allah’ın sarih buyruğu var:

“O, her gün yeni bir iştedir.”[10]

— Korkmamın sebebi, Resulullah’ın (s.a.a) Hz. Ali’ye sarih bir şekilde verdiği şu cevabıdır: “Kötüler ile iyiler, kâfirler ile müminler henüz birbirlerinden ayrılmış değil ve bu iş, bu ayrılma sonrasına bırakılmıştır.” Tıpkı Hz. Nuh (a.s) kıssasında olduğu gibi. Siz ise Allah’ın takdirine aykırı davranıyor ve gecikmesi takdir edilen şeyin yaklaştırılmasına ısrar ediyorsunuz. Daha açık bir ifadeyle, yarın gerçekleşmesi takdir edilen bir şeyin bu gün gerçekleşmesini istiyorsunuz. Bu ise gerçekte ilâhlık iddiasında bulunmaktır.

— Bu âlemlerde bir şey takdir edilirken birtakım sebeplere dayandırılmaz mı?

— Elbette ki sebepler zinciri söz konusudur; çünkü aksi takdirde bir şeyin gerçekleşmesi imkânsızdır olur.

— Aferin işte; bizim acayip olarak algılanan tavır, hareket ve dualarımız ve bu yöndeki ısrarımız da yüce Allah’ın mukadderatının sebeplerinden olamaz mı?

“Allah bağışlamak isterse eğer

Kul da raz-u niyaza meyleyler.”

Kısacası; duada ısrarcı olmak, uzağı yakın kılan ve yakının vuku bulması önündeki engeli kaldıran sebeplerdendir. Ayrıca, talep edilen şeye ulaşmada duanın etkisi olmasa bile, en azından sevap kazanmaya sebep olan müstehap amellerdendir.[11]

Meleklerin reisinin asık suratı biraz açıldı, arkadaş olduk.

Şöyle dedi:

— Rahmanî haberler, ilhamlar ve sezgiler melekler aracılığıyla kullara ulaştırılır. Bu sebep olmaksızın bu işin gerçekleşmesi imkânsızdır.

— Öncelikle Bakara suresinin son ayetlerinin, Cebrail aracı olmaksızın Resulullah’a (s.a.a) inmiş olduğuna dikkatinizi çekmek isterim. İkinci olarak size şöyle bir soru sormak istiyorum: Makam bakımından sizin üstünüzde olanlar var mı?

— Evet, hem de çok var; ancak onların derecelerini biz bilemeyiz.

— Öyleyse bizim kalbimize inen ilhamlar, makam olarak sizden üstün olanlar vasıtasıyla inmiş olamaz mı? Ayrıca biz, Resulullah’ın (s.a.a) Ehlibeyti’nin dost-larıyız, böyle olmasaydı şayet, Allah’a yakınlık makamına ulaşamazdık. Dost olmanın gereği ise aşığın, elinden geldiği kadar, sırf dua olsa bile, maşukuna yardım etmesidir; o hâlde bizi eleştirmeniz niyedir? Onları niçin sevdiğimizi veya neden dostluğun gereğini yerine getirdiğimizi mi eleştiriyorsunuz?

Buna cevap veremeyince, şöyle devam ettim:

— Kendinizi üstün görmenizin sebebi soyut olmanız değil midir? Eğer biz de ilk soyutluğumuzda kalıp toprak maddesine taalluk etmeseydik, sizinle farkımız olmayacaktı; hatta ilâhlık iddiası bile edebilirdik. Nitekim İmam Sadık’ın (a.s) buyruğu da bu doğrultudadır.[12]

Şunu da bilmiş olun ki, “Soyut olan her varlık maddî varlıkların tümünden üstündür.” diye bir kural yoktur.

“Şapkasını yan koyup sert oturan herkes

Şapka korur ve kayserlik bilir sanma.

Kıldan ince bin nükte yatmakta bunda

Saçını tıraş etmeyen herkesi derviş sanma.”

Berehût vadisine doğru

Melekler arasında, tam bir azamet ve heybetle “lebbeyk” diye diye ilerliyorduk.

Nihayet, “Rahmet ve Arafat Dağı” ismindeki yüksek bir dağın eteğine ulaştık.

Bu dağ bize, “Nihayet onların arasına, içinde rahmet, dışında azap bulunan kapılı bir sur çekilir.”[13] ayetini anımsatıyordu.

Bizden önce gelen bölükler dağın eteğine çadır kurmuş bekliyorlardı.

Görüşme esnasında dağı yerinden oynatırcasına “lebbeyk” diye haykırışlar yükseldi.

Ardından bizim çadırlarımız da kuruldu.

Ordunun burada bekletilmesinin sebebini öğrenmek için ben ve bizimle birlikte hareket eden meleklerin komutanı, bizden önce oraya ulaşan bölüklerin çadırlarının bulunduğu yere giderek bölük komutanlarını çağırtıp sorduk:

— Neden dağın eteğinde durmuşsunuz? Niye yukarı çıkmıyorsunuz?

— Bazı kişiler ortaya çıkıp; “Birkaç kişi hariç kimse dağa çıkmamalıdır!” dedi ve biz de bundan ötürü çıkmadık.

“…A’râf üzerinde de herkesi simasından tanıyan adamlar vardır…”[14]

Bu arada meleklerin komutanı ileri çıkarak dedi:

“Kanıtsal yöntemden haberdar olmadığımız için deliller sunarak bizi ikna etmeyi başardınızsa da, ancak henüz bu hareketinizde Allah’ın rızasının varolduğunu keşfetmiş değiliz. Çok geçmeden burada durdurulmanızın, azapla sonuçlanmasından ve bu arada bizim de aynı akıbete uğramamızdan endişe duymaktayız.”

Bu sözleri söylerken yüzünün rengi değişmiş ve bedeni titriyordu. Onun bu hâlini görenler dehşetle irkildi.

Bu durumun dışarıya sızmasıyla ordunun dağılması muhtemeldi. Böylesi kötü bir olasılığa meydan vermemek için bölük komutanlarına; “Bu komisyon gizlidir, konuşulanlar da dışarı çıkmamalıdır.” dedim.

Daha sonra meleklerin komutanına dönerek gülümsedim ve dedim:

— Ne kadar da sadesiniz! Bu kuruntular da ne? Kalkın, ordugâhın etrafını gezelim; hem dinlenmiş, hem de askerlerin durumunu kontrol etmiş oluruz. Bu arada dağın coğrafî konumu hakkında araştırma yapmış ve burada durdurulmamızın sebebini de öğrenmiş oluruz.

Dolaşırken bir çadıra uğradık. Çadırdaki zat hem silâhını hazırlıyor, hem de şu beyti okuyordu:

“Bekleyenlerinde kalmadı nefes

Sanadır feryadım, imdada yetiş.”

Başka bir çadırdan şöyle duyuluyordu:

“Bizler karıncayız, Süleyman sen ol

Bizler bedenleriz, gel de can sen ol.”

Necef’teki arkadaşlarımdan ikisinin çadırının arkasına ulaştık, gördüm ki benim şu beyitlerimi okuyorlar:

“Ayın doğuşunu beklemek için değil mi gece?

Fecrin ağartısıyla son bulmayacak mı gece?”

Diğeri de cevap mahiyetinde şu beyti okuyordu:

“Elbette gecenin sonu fecir olacak

Fecrin nefesinde Mehdi nuru doğacak.”

Bu tatlı sözleri duydukça içim daha bir açılıyor ve meleklerin reisine kıvanç dolu gözlerle bakıyordum.

Dolaşmaya devam edip ordugâhın yüz adım ötesindeki bir tepeye ulaştık.

Tepeye çıkıp etrafa baktığımızda doğu yönünde siyah bulutlar gördük. Siyah bulutlardan yıldırımlar çakmakta ve ateşli oklar yağmaktaydı. Doğuda bir ateş çemberi oluşmuştu âdeta.

Meleklerin komutanı o dehşetengiz manzarayı görünce; “Allah’tan başka güç ve kudret yoktur.” dedi.

Neler olup bittiğini sorunca, dedi:

“Gördüğünüz yer, Berehût Vadisinin semasıdır. Mızrak, kılıç, hançer ve topuz hâlinde inen o yıldırımlar da Hz. Muhammed’in (s.a.a) Ehlibeyti’nin düşman-larının tepelerine inmektedir. Müminlerin onlara ettikleri lânetler bu şekilde onların üzerine yağmaktadır. Asıl ilâhî azap ve intikam ise yerde onları beklemektedir.”

Oradaki yırtıcı ve sürüngen hayvanlar ateşten yaratılmıştır, nehirleri ise eritilmiş bakırdandır.

O bulutlardan inen yıldırımlar, isabet ettiği insandan çıkıp diğerine isabet ediyordu. Yere düşen yıldırımlar ise, yeniden göğe yükselerek düşmanların tepesine iniyordu.

Düşen yıldırımlardan kaçmak isteyenler tekrar yıl-dırımlar tarafından yakalanıp getiriliyordu.

Yıldırımların isabet ettiği insanlar ellerinde olmaksızın ayağa kalkıp yere yığılıyorlardı; sıcak tavadaki üzerlik tohumları gibi zıplayıp duruyorlardı. Sesleri kulağımıza köpek sesi gibi geliyordu. Bu manzarayı seyretmek kalbime huzur veriyordu.

Benim çadırımı o tepenin üzerine, diğerlerinin çadırlarını da etrafa kurmalarını istedim ki, bu durumu seyretmekle kalplerimiz şifa bulsun.

Herkes, sevinç çığlıkları ve alkışlarla durumdan memnun olduğunu gösteriyordu.

“Allah’ın lütuf ve kereminden kendilerine ver-dikleriyle sevinçlidirler…”[15]

Meleklerin komutanının; insanların tepesine inen o yıldırımların, müminlerin lânetleri olduğunu söylemesi üzerine, ordumuza Ehlibeyt’in düşmanlarına lânet etmelerini emrettik, kendim de başı çekmek için i-leri atıldım:

“Allah’ım, Muhammed ve Ehlibeyti’nin hakkına zulmedenlere ve bu zulümde onları izleyen en son kişiye lânet et!”

“Allah’ım, İmam Hüseyin’e (a.s) karşı savaşa girişen, onu öldürmede yardımlaşan, ahitleşen… herkese lânet et!”

“Allah’ım, onların hakkında zulüm işlemekten çekinmeyenlere… Yezid’e, Ubeydullah b. Ziyad’a, İbn-i Mercane’ye, Ömer b. Sa’d’a, Şimr’e, Ebu Süfyan oğullarına, Ziyad ve Mervan oğullarına kıyamete kadar lânet et.”

Orada bulunan herkes sırasıyla bu lâneti tekrarladı. Edilen lânetlerden sonra Berehût Vadisindeki yıldırımlara milyonlarcası daha eklenmişti.

Manzaraya şahit olan askerler dilleri dudakları kuruyuncaya kadar şevkle beddua ve lânet yağdırmaya devam ettiler.

Düşmanların, inen yıldırımlarla delik-deşik olmasına rağmen ordunun gönlündeki ateş dinmiyordu. Çünkü mazlumun yüreği ancak zalimin öldürülmesi, yok olmasıyla teselli bulur. Oysa ahirette ölüm yok, yok olmak yok.

“Ahiret yurdu, dirilik yurdudur.”[16]

“Onların derileri pişip acı duymaz hâle geldikçe, derilerini başka derilerle değiştiririz ki acıyı duysunlar!…”[17]

Bölüklerin komutanları ile meleklerin komutanlarından oluşan on dört kişilik komutan ekibi benim çadırımda toplanıp genel intikamın alınması, gönüllerin teselli bulması ve başlattığımız bu manevî hareketle yüreğimizin serinlemesi için ne yapmamız gerektiği hususunda müşavere ettik.

Varlık âleminin kalbi olan İmam Mehdi’nin (a.f) gönlünün hüzün dolu oluşunu ve diğer yandan da imamet ağacının yaprak ve dallarından ibaret olan müminlerin de imamlarının hüznüne ortak olmaları gerektiğini göz önünde bulundurarak, yapılması gereken en doğru şeyi yapmak istiyorduk.

“Şiîlerimiz bizim balçığımızın arta kalanından yaratılmış ve velâyet suyumuzla yoğrulmuşlar. Onlar bizim sevinmemizle sevinir ve üzülmemizle de üzülürler.” [18]

Biri dedi:

— Berehût Vadisine gidip onları lime lime doğrayalım; bu işi kendi elimizle yaptığımız için belki yüreğimiz serinler.

Meleklerin reisi ise şöyle dedi:

— Onların duçar oldukları azap sizin yapacağınızdan kesinlikle çok daha çetindir. Ayrıca Berehût Vadisine girmenize de müsaade edilmemiştir.

Bir başka melek komutan da şöyle dedi:

— Berehût Vadisine girdiğimiz takdirde azap onlardan kaldırılacaktır. Çünkü müminin cehennem ateşinden korktuğundan kat kat ziyadesiyle cehennem a-teşi müminden korkar ve ona yaklaşamaz. Dolayısıyla, cezalandırmak için gitmek isterken azaptan kurtulma-larına sebep oluruz; bu ise hedefimizle çelişir.

Söze müdahale etmek zorunda kaldım:

— Üzüntümüzün yegane sebebi İmam Mehdi’nin (a.f) üzgün ve kederli oluşudur. Onun kalbi şifa bulmadıkça bizim kalbimizin şifa bulması imkânsızdır; çünkü müminlerin kalbi onun kalbine bağlıdır. İmamımızın zuhurunun çabuklaşması için bir çare bulmalıyız. Bunun çaresi de Allah’a yalvarmak ve zuhurunun tacilini istemektir; başka yolu da yoktur. Derdimizin çaresini, çaresizlere ve darda kalanlara yeten Allah’tan isteyelim.

Bu görüşümü, sessiz kalmayı tercih eden melekler dışında herkes beğendi.

Bu sırada ordunun içinden bir grup öne çıkarak; “Kılıç ve mızraklarımızı kullanmadan gönlümüz teselli bulmaz.” dedi.

Ben de; “Gidin, herkesin Beyt-ul Mamur’a doğru yönelmesini ve Mehdi’nin (a.f) zuhuru için Allah’a yalvarmasını söyleyin. Derdimiz budur, devası ise İmam Mehdi’nin (a.f) zuhurudur. Bu husustaki en iyi dua da Ferec Duasıdır.” dedim.

Kendimiz de kalkıp safın önünde durduk, ellerimizi Hakk’ın dergâhına açıp tam bir içtenlikle Ferec Duasını okuduk:

“Allah’ım! Belâ büyümüş, gizli sır aşikâr olmuş, perde kalkmış, umut kesilmiş, yeryüzü daralmış, göğün rahmeti önlenmiş.” [19]

“Ey Rabbim! Yardımı dilenilecek, kendisine şikayet götürülecek, darlık ve genişlikte kendisine dayanılacak olan sensin.”

“Allah’ım! İtaatlerini bizlere farz kıldığın ve bu vesileyle de makamlarını bize tanıttığın Muhammed ve Ehlibeyti’ne selâm ve rahmet eyle ve onların hakkı hürmetine göz yumup açma veya daha kısa bir zamanda gam ve üzüntüyü bizden gider. Ey Muham-med, ey Ali, sorunumun çözümü için bana yetin; çünkü siz yeterlisiniz ve bana yardım edin; çünkü siz yardım edensiniz.”

“Ey mevlam! Ey zamanın sahibi! Feryadıma yetiş, feryadıma yetiş, feryadıma yetiş; hemen, hemen, hemen ahde vefa, ahde vefa, ahde vefa!” [20]

Peşine de şunu ekledik:

“Allah’ım! Kefene bürünmüş, kılıç çekmiş, elinde mızrak, şehirde ve çölde Allah’ın davetine lebbeyk diyen hâlde beni kabrimden çıkar.” [21]

Duadan sonra saflardan ayrıldık. Ben ve birkaç kişi, yüce makamdaki konuşmaları duymak, gelişmeleri görmek ve Hz. Resulullah (s.a.a), Hz. Ali (a.s) ve evlâtlarının durumlarından haberdar olmak için oradaki haber merkezine gittik.

Resulullah’ın (s.a.a), Hz. Ali’nin (a.s) ve evlâtlarının da saf bağlayıp dua okuduklarını, Hz. Mehdi’nin (a.f) zuhurunu niyaz ettiklerini, onların arkalarında da peygamberler, elçiler, Allah katında yüce makamlara sahip olan salih kullar ve yakın meleklerin saflar oluşturup duaya durduklarını gördük.

Böylece aynı derdi taşıdığımızı ve İmamın zuhuru için dua okumamızın yüce makamdan kaynaklanan batınî bir işaret olduğunu anladık.

Bu duamızın, kesinlikle dünyada da etkili olduğunu düşünüyordum.

Baktığımızda, İmam Mehdi’nin (a.f) de kendi özel ashabıyla birlikte bir dağın başında duaya durduklarını gördük.

Bütün şehirlerde, İslâm beldelerinde, camilerde ve bütün her yerde müminler az çok toplanarak İmam Mehdi’nin (a.f) zuhuru için dua ediyor ve; (Onlar mı hayırlı,) yoksa darda kalana, kendine yalvardığı zaman karşılık veren ve (başındaki) sıkıntıyı gideren mi?”[22] ayetini okuyorlardı.

Çöl hayvanları, evcil hayvanlar ve kuşlar grup grup toplanmış, kendi dillerince İmam Mehdi’nin (a.s) zuhurunun gecikmesinden dolayı inliyorlardı.

Bu manzaraları görünce maksadımıza ulaşacağımıza ve artık Hz. Mehdi’nin (a.f) zuhur edeceğine olan ümidimiz arttı.

Haberciye, bu müjdeyi aldığında hemen bize bildirmesini öğütledikten sonra ordugâha döndüğümüzde, orduya yüce bir manevî havanın hâkim olduğunu gördük.

Kimi yaşlı gözlerle ve kurumuş dudaklarıyla duaya durmuş inim inim inliyordu, kimi yaka-paçasını yırtmış ve kendinden geçmişti.

Bunun üzerine onlara şöyle seslendim:

“Kalkın, kendinize gelin! İmam Mehdi’nin (a.f) artık zuhur edeceği ümit edilir.”

Daha sonra bizi haber merkezine çağırdılar. Orada, Hz. Mehdi’nin (a.f) gönülleri fetheden mübarek sesinin Kâbe’den yükseldiğini duydum:

“Ey insanlar! Bilin ki, beklenen İmam benim! Haberiniz olsun ki, ceddim Hüseyin (a.s) susuz şehit edildi!”

Ordugâha geri döndüğümde duyduğum şu oldu:

“Düşmanlara karşı evlâdımın safında savaşmak ve intikam almak isteyenler, kabirlerinden çıkıp ellerindeki kılıçlarıyla dünyaya geri dönsünler.”

“De ki: Hak geldi batıl yıkılıp gitti; zaten batıl yıkılmaya mahkûmdur.”[23]

“Ötelerden duyuldu nida edenin sesi

Vuslat rüzgarı esti, bitti hicran gecesi.”

— SON 


[1]– Bihar-ul Envar, c.77, s.215 ve 234. Resulullah’ın (s. a.a) Ali’ye (a.s) vasiyetinden.

[2]– Neml, 62

[3]– Fetih, 25

[4]– Bihar-ul Envar, c.53, s.275; c.102, s.119

[5]– Çeşitli Şia ve Sünnî kaynaklarında Resulullah (s.a.a) ve İmam Sadık’tan (a.s) nakledilen bir kutsî hadiste yüce Allah şöyle buyurur:

Mümin kulumun ruhunu alma hususunda olduğum kadar hiçbir şeyde tereddüt etmem. Çünkü o ölmek istemez ve ben de onun üzülmesini istemem!

Allame Meclisî, bu hadisle ilgili olarak Şeyh Behaî’den şöyle bir söz nakleder:

“Bununla şu kastedilmektedir: Yüce Allah eğer bir işte tereddüt edecek olsaydı, (ki asla etmez) mümin kulunun canını alma hususunda tereddüt ederdi.”

“Veya bu sözle, yüce Allah’ın yanında mümin kulunun değeri ve yüce Allah’ın ona olan sevgisi açıklanmaktadır.”

“Ya da şu kastedilmektedir: Yüce Allah mümin kulunun üzülmesini istemediğinden, ölüm anında cennetin ebedî nimetlerini ve yüce makamlarını ona göstererek üzüntüsünü giderip gönlünü alır.”

Bu hadis için aşağıdaki adreslere bakabilirsiniz:

Bihar-ul En-var, c.5, s.282; el-Kâfi, c.2, s.246 ve 352; Ve-sail-uş Şia, c.2, s.428, h:2549; Müstedrek-ul Vesail, c.2, s.94, h:16-1514; Bihar-ul Envar, c.6, s.160 ve c.67, s.65, 148, 155 ve c.70, s.22 ve c.75, s.155, 159 ve c.86, s.7 ve c.87, s.31, Sünen-i Beyhaki, c.10, s.219, el-Esma ve-s Sıfat-ı Beyhakî, s.491; İthaf-us Sade, c.5, s.295; Mu’cem-ul Beyan, Taberanî, c.12, s.146; İlel-ul Mutenahi-ye, c.1, s.32; el- Feraid, Şevkanî, s.264

[6]– İnsân suresinin 30. ayetine işaret edilmektedir.

[7]– Kasas, 5

[8]– Ayetullah İsfahanî (Merhum Kompanî) bir şiirinde şöyle diyor:

“Hz. Zehra’nın göğsünden akan kan

Onun hakkında işlenen büyük cinayeti gösterir her an

Ben kapıdaki çivinin, onun göğsüne ne ettiğini bilemem

Bunu, ilâhî sırların hazinesi olan onun göğsünden sor!”

[9]– Saff, 13

[10]– Yüce Allah her gün yeni bir iştedir. Her gün yeni bir plan icat eder; bir gün bazı kavimlere güç verir, başka bir gün onları yerle bir eder; bir gün sağlık ve gençlik verir, başka bir gün zayıf ve güçsüz eder… Kısacası, her gün hikmetine ve en güzel nizamına uygun olarak yeni bir şey yaratır. (Rahman, 29; bkz. Numune Tefsiri, c.23, s.138)

[11]– İmam Sadık’tan (a.s) şöyle rivayet edilir: “Duada ısrar edin; çünkü yüce Allah mümin kullarının duada ısrar etmelerini sever.” (Bihar-ul Envar, c.95, s.154)

[12]– Adamın biri gelip İmam Sadık’a (a.s) sordu: “Yüce Allah’ın azat, latif ve mücerret ruhları yüce melekut âleminden indirip cisim kalıbına ve dünya zindanına hapsetmesinin sebebi nedir?”

İmam buyurdu: “Ruhlar, azat ve mücerret oluşlarıyla ilâhlık iddiasında bulunacak kadar mağrur olmuşlardı. Allah da hor, muhtaç, mahluk ve cahil olduklarını kanıtlamak için onları beden ve toprağın esiri kıldı. Sonra da muhtaç ve hor olduklarının farkına varıp kâmilleşme, âlimleşme ve ganileşme yönünde Allah’tan yardım dilemelerini emretti.” 

[13]– Hadîd, 13

[14]– A’râf, 46. Birçok hadiste A’râf’taki adamlardan maksadın Ehlibeyt İmamları olduğu geçer. (Bihar-ul Envar, c.8, s.335 ve c.24, s.250)

[15]– Âl-i İmrân, 170

[16]– Ankebût, 64

[17]– Nisâ, 56

[18]– Bihar-ul Envar, c.10, s.114 ve c.53, s.303

[19]– “Yeryüzü daralmış” derken müminlerin kalplerini ve “göğün rahmeti önlenmiş” derken de, amacımız doğrultusunda yüce Allah’ın rahmetini kastettik. Çünkü bulunduğumuz âlemde bundan başkası olmazdı.

[20]– Ferec Duası; Bihar-ul Envar, c.53, s.275 ve c.102, s.119

[21]– Bihar-ul Envar, c.53, s.96 ve c.86, s.61-285 ve c.94, s.42 ve c.102, s.111

[22]– Neml, 62

[23]– İsrâ, 81

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*