Bazı insanlar, ilahi bir dine tâbi olarak hayatlarına yön vermenin gerekliliğini göz ardı edebilir ve “Niçin bir dine bağlı olup hayatımızı onun emir ve yasaklarıyla kısıtlamamız gerekir ki?” diye düşünebilirler. Bu tür bir düşüncenin doğru olmadığını ve din hususunda araştırmanın gerekliliğini iki yönden açıklayabiliriz.
1- Her insanın, kendine yapılan iyilikler karşısında teşekkür etmesi gerektiğine akıl hükmeder.
2- Olası bile olsa, her türlü tehlike ve zararı önlemek her akıl sahibinin kabul ettiği bir şeydir.
Bu iki delili biraz daha açmanın uygun olacağı kanısındayız:
1- İyilik Karşısında Teşekkür
Hepimiz bu âlemde, Allah’ın bizlere vermiş olduğu nimetlerden yararlanmaktayız. Sindirim ve solunum sistemi, kalp ve işlevi, vücudun diğer uzuvlarının önem ve değeri vs. insanın bilgi ve hatta zihninde canlandırmasının ötesindedir. Bunun yanı sıra güneş, bitkiler ve toprak altındaki madenler ve yeraltı kaynaklarının vs. tümü Allah’ın büyük nimetlerindendir. İnsanoğlu, bu nimetlerden yararlanmak istediğinde bile, Allah’ın vermiş olduğu güç ve bilgiyi kullanmaktadır. Hepsinden daha önemlisi ise insana bahşedilen zekâ ve potansiyel nimetidir. İnsan, zekâsını kullanarak dağları deler, su ve demirden en büyük güçleri ve en zarif nesneleri yaratır. Saymakla bitmez nimetlerin birkaçına değindikten sonra şu soruyu kendimize yöneltmemiz gerekir:
Bu nimetlerin yüce sahibini tanıyıp ona teşekkür etmek gerekmiyor mu? Yardımsever bir insan, kimsesiz bir bebeği evlât edinip yaşam, eğitim ve öğretim ihtiyaçlarının tümünü hem de en iyi şekilde karşılar ve her yönden rahat bir hayat yaşaması için de büyük bir servet bırakırsa, bu çocuk için bir görev ve sorumluluk meydana gelmiş olmaz mı? Öncelikle sevgi ve saygı ile onu tanımaya çalışmakla, tanıdıktan sonra gereken davranışta bulunmakla ve bu iyilikler karşısında bütün varlığıyla minnettar olmakla sorumlu değil midir?
Bu evrende biz insanlar da aynı konumdayız; varlık âlemindeki nimetler hakkında düşünmeli ve teşekkür ilkesi gereğince, bu nimetleri bizlere bahşeden yaratıcımızı en iyi şekilde tanımalıyız.
Buna göre, doğru inancın izini sürmek ve bulduktan sonra da ona uymak, aklın emridir. Henüz doğru yolu bulamayıp çıkmazlar içerisinde şaşkın kalan biri ise, yolunu aydınlatan sağlam bir delil ile hak yolu ve doğru dini bulana dek ümidini yitirmemeli ve hak dini bulduğunda da huzur ve sevinç dolu bir kalple yaratana şükretmelidir.
2- Olası Zarardan Korunma
Eğer birisi kalkıp da bize “Elbisenize akrep girdi!” diyecek olursa, akrebin bize vereceği olası zarardan korkar ve bulup etkisiz hale getirene kadar da rahat edemeyiz.
Bir gece yolculuğuna çıkmak istediğimizde tehlikeli bir grubun bize pusu kurduğunu duyacak olursak, olası tehlikeden korunmak için kuşkusuz, başka bir yol buluncaya kadar adım atmayacağız.
Bu iki örnek, olası tehlike ve zararı önlemenin kaçınılmaz ve aklın hükmü olduğunu gösteriyor. Bazı zararlar, aldırış edilmeyecek kadar basit ve önemsizdir. Ancak büyük bir zarar söz konusu ise, hayatı tehdit edecek veya ölüme sebebiyet verecek nitelikte ise, bunu kimse göz ardı edemez.
En Tehlikeli Zarar
İnsanlık tarihinde, yaşamları boyunca doğruluk ve dürüstlükten asla ödün vermeyen yüce insanlar tanımaktayız. Onlar, kendilerini Allah’ın elçisi olarak tanıtmış ve insanları, Allah’a iman etmeye ve imanın gereğini yerine getirmeye davet etmişlerdir. Durmak nedir bilmeyen gayret ve zahmetleri neticesinde, dünyanın her yerinde, nice toplumların iman etmesine vesile olmuşlardır. İşte bütün bunlardan ötürüdür ki; Hz. İsa’nın (a.s) doğum tarihi, Hıristiyanlık takviminin başlangıcı ve Hz. Muhammed’in (s.a.a) hicret tarihi de İslam takviminin başlangıcı olarak kabul edilmiştir.
Şimdi şöyle bir soruyu kendimize sormamız gerekmiyor mu?
“Doğruluk ve dürüstlüklerinde zerrece şüphe bulunmayan bu peygamberler, ilahi bir mesajla insanlara gelip dine ve dinin emirlerine davet etmiş, çirkin davranışlardan sakındırmış, âlim ve adil olan Allah’ın hükmedeceği bir mahkemede kesinlikle yargılanacaklarını bildirmiş, hem kendileri ahiret yurdunun tehlikelerinden ve azabının şiddetinden korkmuş, hem de insanları bundan korunmak için uyarmışlardır.
Güvenilir insanların vermiş oldukları bu haberler, zarar ve tehlike ihtimalini bizde uyandırıyor mu?
İnanç ve imanlarında can pahasına direnen, hiçbir fedakârlıktan çekinmeyen dindarlık abidesi bu elçilerin söz ve davranışlarını görmezlikten gelmemiz doğru mudur?
Yüce ahlâkî değer ve erdemler zirvesinde bulunan bu elçilerin mesajı, sarsılmaz bir bilgi getirmese bile, en azından, “Bu söyledikleri doğru da olabilir.” düşüncesini insanda uyandırmaz mı?
Şimdi bu olasılıktan yola çıkarak, elçilerin söyledikleri gerçekleşecek olsa, bizim hâlimiz ve sonumuz nice olur? Allah’ın adaletinin hüküm süreceği mahkemede nasıl cevap veririz?
Böylesi bir çıkmazdan kurtulmak için akıl, muhtemel dahi olsa, zararı önlemenin gerekliliğine hükmederek insanları dine yöneltir.
Üstelik elçiler, insanları huzurlu ve insanın doğasına uygun bir yaşam tarzına davet etmiş ve ölüm sonrası, sonu olmayan nimetlerle donatılmış farklı bir âlemin başlayacağını bildirmiş ve ilahi mesaja teslim olanları, ebedî gönül rahatlığı ve ruh huzuruyla, hastalık, üzüntü, ıstırap ve korkunun giremeyeceği bu âlemle müjdelemişlerdir.
Şimdi hangi akıl sahibi, bunca önemli haberlerin kulak ardı edilebileceğini söyleyebilir?
Elçilerin, “Allah’ın emrine karşı çıkmanın azabı vardır!” şeklinde ifade ettikleri uyarı ve ikaza önem verip dine yönelmek ve din hakkında düşünmek gerekmez mi?
EvreNdeki HİSSEDİLEMEYEN VARLIKLAR
Büyüleyici, şahane ve muazzam bir yapı gördüğümüzde, mühendis ve mimarının kendi alanında üstün bir yetenek taşıdığını ve yapıda gördüğümüz uyum ve düzenden hareketle, yapımcısının bilgi sahibi olduğunu kolaylıkla anlarız.
Otomobil, uçak, bilgisayar gibi teknoloji ürünleri de, bunların buluş veya yapımında katkısı olan bilge, mucit, uzman ve mühendislerin varlığını ortaya koymaktadır.
Bu kanıya varmak için adı geçen şeylerin mucit veya yapımcılarını ille de gözle görmemiz gerekmiyor; görsek bile onların bilgilerini duyu organlarımızdan biriyle kavramamız mümkün değildir.
Bununla birlikte onların bilgi sahibi olduklarına inanmaktayız. Peki, sizce bunun sebebi nedir? Değindiğimiz eserlerde gördüğümüz uyum, ahenk ve düzen, yapımcılarının bilgilerini kanıtlayan yegâne sebeptir. Bu örnekle vurgulamak istediğimiz, “Varlığına inandığımız her şeyin, görülen ve hissedilen türden olması gerekmiyor.” sonucudur. Çünkü duyu organlarının hiçbiriyle algılanamayan varlıklar, ancak eserlerinin tanıklığıyla algılanabilir. Akıl nimetinden nasibini alan herkes, bir eseri ve taşıdığı düzeni gördüğünde, akıllı ve bilge bir yapımcısı ve düzen vericisi olduğunu az bir arayışla anlayabilir.
Demek oluyor ki, varlıklar iki kısımdır:
1- Duyu organlarının herhangi biri aracılığıyla algılanabilen varlıklar. Bu türden olan varlıkların bazılarını göz ile görüyor, bazılarını kulak ile işitiyor, bir kısmını burun ile kokluyor, bir kısmını dil ile tadıyor ve diğer bir kısmını ise derimizle yoklayarak soğukluk ve sıcaklığını, sertlik ve yumuşaklığını algılıyoruz.
2- Duyu organlarının hiçbiriyle algılanamayan ve sadece eserlerinin araştırılmasıyla varoldukları anlaşılabilen varlıklar. Bu başlık altındaki varlıkların yapıları aynı olmayıp değişiklik arz eder. Şimdi bu tür varlıkları birkaç örnekle inceleyelim;
Elektrik: Elektrik akımını sağlayan bir kabloya bakmak ile taşıdığı elektrik yükünü göremeyiz. Ancak elektriğin eserini görmekle -lambanın yanması gibi- onun varlığını anlayabiliriz. Elektriğin gücü, doğrudan gözle görülememesiyle birlikte varlığı da inkâr edilemez.
Yer çekimi: Elinizde bulunan bir kitabı bırakacak olursanız yere düşecek, yer onu kendine çekecektir. Duyu organlarımızla doğrudan hissedemediğimiz bu güç nedir? Yer çekimi olarak adlandırılan bu çekim gücü görülemeyen, ancak eseri aracılığıyla varlığı anlaşılabilen varlıklardandır.
Mıknatıs: Mıknatısı bir demir parçasına yaklaştırdığımızda, dış görünüşte iki metal parçasından başka bir şey görülmez. Ancak mıknatısla demir arasındaki yakınlaşmayı görerek iki metal arasında bir çekim alanının varlığını algılarız.
Görülmeyen ışınlar: Güneşin beyaz renkli ışını, üç yanlı bir kristalden geçirilecek olsa, kristalin diğer tarafında yedi renk (kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, lacivert, mor) görülecektir; kırmızı öncesinde ve mor ötesinde başka bir renk görülmez. Oysaki bilim adamları, gözün ışın göremediği yerde de ısı ve kimyasal eserlere sahip ışınların var olduğunu anlamış ve bu ışınları “kızıl ve morötesi” ışınlar olarak adlandırmışlardır.
Miladî 1800 yılında Herschell adında bir fizikçi ve astronom, gözün gördüğü ışınlar dışında bir ışının olup olmadığını araştırmaya koyuldu. Termometreyi, mordan kırmızıya kadar yedi ışın görülen bir perdenin üzerinde sırayla gezdirip renklerin ısılarını sırayla ölçtü. Kızıl ötesine varınca, termometrenin daha çok ısı gösterdiğini gördü. Böylece, “kızıl ötesi” adında görülmeyen bir ışının varlığı ve görülen ışınlardan daha çok ısı ürettiği kesinleşti. Böylece insan, kızılötesi ışını gözüyle görememiş olmasına rağmen, varlığının eseri olan ısıyı hissederek keşfetmiş oldu.
Aynı yıllarda Wlaston adlı başka bir bilim adamı, kimyasal bir madde olan gümüş klorürü bileşiğinin bir miktarını morötesi ışına tutunca hiç beklemediği bir şeyle karşılaştı; morötesinde hiçbir ışın görülmezken, gümüş klorürü siyaha çeviren bir etkenin varolduğunu gördü.
Daha sonra bilim adamları, bu ışının kimyasal etkisi sonucu vücut derisinin güneşte renk değiştirdiğini anladılar.[1] Böylece mor ışını ötesinde, gözle görülmeyen başka bir ışının da varlığı kesinleşti ve bu ışın, morötesi ışın olarak adlandırıldı.
İşitilmeyen sesler: Ses ötesi sesler (ultra sound) olarak bilinen nice sesler vardır ki bunlar tıp ve sanayi alanında kullanılmaktadır. Bu seslerin varlığı ancak eserlerinden anlaşılmaktadır.
Algılama: Herkes kendisini, varolduğunu bilmekte ve kendisi dışındaki mevzular hakkında da birtakım ardı ar-kası kesilmeyen algılamalarını aşağıdakilere benzer cümlelerle ifade etmektedir:
En zor matematik problemini çözdüm.
Filân teori hakkında çok düşündüm ve doğru olduğunu anladım…
Aynı zamanda insan, bildiğinin bilincindedir. Yani, bildiğini bilmektedir. İdrak ve algılama, gözle görülen veya kulakla duyulan bir şey değildir. İnsan, hiçbir duyu organıyla algılama gerçeğini hissedemez. Ancak diğer duyu organlarıyla birlikte onun varlığını da algılar. Diğer insanlar da duyu organları aracılığıyla onu algılayamaz ve varlığını sadece eserlerinden anlayabilirler. Meselâ bir bilim adamı, bilimsel bir analizde bulunduğu zaman “Meseleyi anlamış ve algılamıştır.” sonucuna varılır. Veya bir bilim adamına, “Matematikten anlar mısınız?” diye sorulduğunda, “Evet, anlarım.” diyorsa, bildiklerinin bilincinde olduğu anlaşılır.
Zihinde canlandırma ve hayal: İnsan, hayal âleminde istediği her şeyi yaratabilir. Dış dünyada, yapımı yıllarca zaman, binlerce araç gereç, tonlarca malzeme ve yüzlerce işçi gerektiren Eyfel Kulesi gibi bir kule ve hatta kat kat daha büyüğünü hem de hiçbir zahmete katlanmadan, hayal âleminde bir anda yapabilir. Dahası, dış dünyada var olmayan yedi başlı dev gibi efsanevî varlıkları da hayal âleminde yaratmak mümkündür.
Görülmez ve duyulmaz olgular türünden olan bütün bunlar hayal âleminde gerçekleşirken bunların varlığından kimse haberdar olamaz. Bu olguların hayalî varlığı, ancak eserlerinden veya sözlerden anlaşılabilir.
Sevgi, nefret ve karar: Herkesin hoşlandığı, nefret ettiği ve karar vermek zorunda olduğu şeyler vardır. İnsan, sevdiği her şeyi yapmaya ve hoşlanmadığı her şeyden sakınmaya ve uzak kalmaya karar verir.
Kimse doğrudan doğruya başkasının kararını, neyi sevdiğini ve neyi sevmediğini bilemez. Bu bilgi sadece eser ve tepkiler kanalıyla edinilebilir. Çünkü ne sevgi ne nefret ve ne de karar, duyu organlarıyla algılanacak türden olgular değildir.
Hayat: Karşımızda duran sevimli bir civciv, birden havuza düşüp ölür. Öldükten sonra da hiçbir hayat belirtisi görülmez. Bir an önce canlıyken bu civcivde nasıl bir değişim gerçekleşti de şu an hareket etmiyor?
Bunu şöyle izah etmek mümkündür: Canlı her varlık, yaşadığı sürece bir güce sahiptir. Bu güç ancak ölümle ondan ayrılır. Buna “hayat” denmektedir. Hayat, duyu organlarıyla hissedilir bir şey değildir. İnsan sadece hareket, beslenme, büyüme vs. gibi hayat belirtilerini gözlemler ve bu gözlemlerine dayanarak da “hayat” denen bir olgunun var olduğunu anlar.
Bu sıralanan tartışmasız bilimsel gerçekler, duyu organlarıyla algılanan varlıklar dışında birtakım varlıkların varolduğunu ve bunların, ancak eserleri aracılığıyla anlaşılabileceğini kanıtlamaktadır.
Buna dayanarak, görülmeyen bir şeyi sırf görülmüyor diye inkâr etmek doğru değildir. Çünkü görülmemekle mevcut olmamak farklı şeylerdir. Bir şeyin var olduğunu anlamak, sadece duyu organlarının algılaması ile sınırlı değildir. Akıl da bir şeyin varlığını, o şeyin eserlerine dayanarak anlayabilir. Meselâ, bahsi geçen ve ancak eserleriyle tanınan bilimsel gerçeklerin varlığını kimse inkâr edemez.
Allah’ın da bu gerçekler gibi olduğunu söylemek istemiyoruz. Çünkü Allah, bunların ötesinde bir hakikattir; eşsiz ve benzersizdir. Anlatmak istediğimiz, bu varlıkların var olduğunu eserlerinden anladığımız gibi, Allah’ın var olduğunu da eserlerinden anlayabileceğimizdir.
Durum bundan ibaretken, duyu organlarından biri olan gözle Allah’ı göremeyen ve bundan dolayı da inkâr yolunu seçenlerin akıl ve düşünce gözleri kördür. Aklın hükmü gereği şunu biliyoruz ki, Allah’ın eserlerinden olan yaratılışın dakik düzeni etrafında düşünmekle Allah’ın varlığı anlaşılabilir.
“Aç kalbinin gözünü de can göresin,
Görülmeyen şeyleri yekten göresin.”
Çünkü her varlıkta insanı Allah’a yönelten izler vardır.
Burada gözardı edilmemesi gereken daha zarif ve önemli nokta, Allah’ın sonsuz güç ve kudretini gösteren eserlerinde -dünya ve dünyadaki varlıklar- düşünmenin insanı Allah’ın varlığına götüreceğidir. Aynı zamanda, Allah’ın eserleri belli bir yer, zaman ve konuyla sınırlı olmayıp bütün evreni kapsamına aldığından ötürü evrenin her zerresi Allah’ın varlığının izlerini taşımakta ve O’nun hiçbir varlığa benzemeyen, eşsiz, sınırsız, ebedî, bütün olgunluk vasıflarına kapsayan ve her türlü eksiklikten münezzeh bir hakikat olduğunu da kanıtlamaktadır.
Sonuç itibariyle, Allah’ın eserlerini incelemekle şu iki nokta anlaşılmış olacaktır:
1- Bütün eserlerin sahibi olan evrenin yaratıcısının varlığı.
2- Eserlerinin belli bir zaman ve mekânla sınırlı olmayışı ve bundan hareketle de O’nun sınırsız bir varlık ve mükemmeliyetin sahibi bir hakikat olduğu, ancak bütün bunlara rağmen insanın, bu varlığın hakikatini anlamaya gücünün olmadığı.
[1]– Understanding Light’ by Tanonhaum, Spillman.