Berzahta Velâyet Şehri

Ölümle başlayan Yolculuğun Devamı…….

Bir bahçeden geçerken, havuz kenarında oturan ve önlerinde meyve bulunan birkaç kişiyi gördüm. Onlar beni görünce, saygı gösterip meyve yemeye davet etti ve dediler:

— Biz oruçlu iken dünyadan ayrıldığımız için bu meyveleri bize iftarlık olarak vermişler. Oruçlu birine mutlaka iftarlık vermiş olduğundan dolayı, bunlarda senin de hakkın olduğunu düşünüyoruz.[1]

Oturup meyvelerden yedikten sonra, hem susuzluğum geçti, hem de bütün ağrılarım dindi.

Sordular:

— Bu yolda başına neler geldi?

— Şükürler olsun, kötülükler geride kaldı ve sizleri görmekle moral buldum. Fakat kimi yolcuların, Siyahların oyununa gelerek geride kalması ve dereye yuvarlanması beni üzdü. Aslında ben de son anda kurtuldum. Siyahım da, sözlerine kulak asmadığımı görünce geride kaldı. İnşallah bir daha yüzünü görmem.

— Onların bizden vazgeçeceklerini düşünüyorsan, yanılıyorsun. Müsamaha Vadisinde tuzak üstüne tuzak kurup bize eziyet etmeye çalışacak ve nihayet haramiler gibi karşımıza çıkıp bizimle savaşacaklardır belki de.

— Bu durumda onlara karşı ne yaparız? Silâhımız bile yok.

— Dünyada hazırladığımız bir silâh varsa mutlaka bize verilecektir, müsterih ol! Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın; onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı… korkutursunuz.”[2]

— Oysaki ben, bu ayetin sadece dünya hayatı için geçerli olduğunu ve insanları cihada teşvik ettiğini düşünüyordum.

— Kur’ân ayetleri bütün âlemler, menziller ve makamlar için geçerli ve kapsayıcıdır; aksi durumda eksik olurdu. Oysaki Kur’ân-ı Kerim semavî kitapların, onu tebliğle mükellef olan elçi de peygamberlerin sonuncusudur. Hâliyle, herhangi bir yönden eksik olması düşünülemez; perde ardında olan her şey onunla ortaya çıkmıştır.

“Abadan’ın ötesinde başka bir köy yoktur.”[3]

Hep birlikte kalkıp yola devam ettik.

Yolumuz meyve ağaçlarının altından, akan ırmak-ların kenarından geçiyordu.

Hafif bir esinti, en güzel kokuların elçisiydi. Kalpler, neşeyle dolu dolu. Allah’ın cemâli tecelli etmişti âdeta.

Nihayet menzilimize varıp, altın ve gümüş kerpiçlerden yapılmış odalarımıza çekildik.

Odalarımızdaki eşyalar her açıdan mükemmeldi. Eşyaların temizliği, işlemesi ve zarifliği göz dolduruyor ve hayranlık uyandırıyordu.

Güzel yüzlü, fidan boylu ve güzel giyimli nedimler, hizmet için çevremizde dolaşıp durmakta ve her emrimize amadeydiler.

“O insanların etrafında öyle ölümsüz genç nedimler dolaşır ki, onları gördüğünde, etrafa saçılıp dağılmış inciler sanırsın. Ne yana bakarsan bak, (yığınla) nimet ve ulu bir saltanat görürsün.”[4]

Kendimi büyük bir aynada görünceye kadar nedimlerden utanıyordum; fakat kendimi daha güzel, daha heybetli bulunca huzur ve güvenle dolup taştı kalbim, üstünlüğüme inandım.

Akşam olunca, ağaçların dallarında binlerce kandil belirdi ve göz kamaştıracak derecede aydınlık oldu her taraf. Köşklerin ve sarayların bahçesi gündüz kadar ışıdı.

Ya Rabbi, dedim kendi kendime, ne büyük bir enerji deposu bu, nasıl üretiliyor bunca ışık?!

Bu sırada şu ayet okundu:

“Allah, göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun misali, içinde lamba bulunan bir kandil gi-bidir. Lamba bir cam içerisindedir. Cam, sanki inciden bir yıldız. (O lamba) ne doğuya, ne de batıya mensup olmayan mübarek bir zeytin ağacından (çıkan yağdan) yakılır. Onun yağı neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. Nur üstüne bir nurdur!”[5]

Bu ışıkların, Âl-i Muhammed’in nurundan bir nebze olduğunu ve bu menzilde konaklayanların da Ehlibeyt aşıkları olduğunu öğrendim.

Bu menzilin köşklerinde dinlenen güleç ve bahtiyar yolcuların virdi, Allah’a hamdüsena, mutlak veliye de selâm ve övgü idi.

Cezbeli ve gönül okşayıcı sesleri vardı. Biz de bu menzilde sevinçli ve emniyetteydik.

Bu şehrin giriş kapısına güzel bir hatla şunlar yazılıydı:

“Ali’yi sevmek, öylesine  bir hasene, iyilik ve güzelliktir ki, onunla birlikte hiçbir kötülük zarar vermez. ” [6]


[1]– Bihar-ul Envar, c.96, s.316, “Ramazan Ayında İftar ve Sadaka Verme” babı.

[2]– Enfâl, 60

[3]– Arapça bir darbımeseldir. Birinin en güzel ve son sözü söylediğini ve onun üstünde bir söz söylenmeyeceğini ifade eder.

[4]– İnsân, 19-20

[5]– Nûr, 35

[6]– Birçok hadiste şöyle geçer: “Ebu Talip oğlu Ali’yi sevmek, öylesine bir hasene, iyilik ve güzelliktir ki, onunla birlikte hiçbir kötülük zarar vermez. Ali’ye düşmanlık etmek de, öylesine bir kötülüktür ki, onunla birlikte hiçbir iyilik faydalı olmaz.” (Bihar-ul Envar, c.39, s.248, 256, 266, 304)

Yine birçok hadiste şöyle geçer: “Ebu Talip oğlu Ali’yi sevmek, ateşin odunu yok etmesi gibi günahları yok eder.” (Bihar-ul Envar, c.39, s.257, 266, 304, 306)

Bu iki hadis, Ehlisünnet kaynaklarında da geçer. Örnek o-larak bkz. Kenz-ul Hakaik, s.53 ve 62; er-Riyaz-un Nezıra, c.2, s. 315; Kenz-ul Ummal, c.11, s.621; Tarih-ul Bağdad, c.4, s.194.

Bunu özetle şöyle açıklayabiliriz: Ali (a.s) insanlık için, Allah’a kulluk için ve ahlâk için eksiksiz bir örnektir. Şu hâlde, Ali sevgisi gerçek olur ve kuru iddiadan ibaret olmazsa, günah işlemeye engel olur. Mikropların aşı yaptıran kimseye zarar vermesinin önlenmesi örneğinde olduğu gibi, Ali sevgisi de bir aşı gibi günahları önler. Ali gibi amel ve takvanın somutlaşmış görünümü demek olan bir önderi sevmek, insanı Ali’nin tutumunu benimseye iletir, günah düşüncesini aklından çıkarır. Elbette sevginin gerçekten olması şartıyla.

Ali’yi tanıyan, onun takvasını ve Allah sevgisini de tanır. Gece yarıları bu sevgi ile nasıl Allah’a yönelip dua ettiğini bilir. Böyle bir kişiye bağlanan ve onu seven, onun tutumuna aykırı işler de yapmaz. Her seven, sevdiğinin dileğini yerine getirir. Sevdiğinin sözüne değer vermek ve onun dilediklerini yapmak, gerçek sevginin gereğidir.

Kısacası günah, gönlünde Ali sevgisi yerleşmiş kişiye yol bulamamaktadır. Hadisin anlamı budur. Anlamı; “Ali sevgisi öyle bir şeydir ki, bu sevgi varsa dilediğin günahı işleyebilirsin, ceza görmezsin ” anlamında değildir.

Admin Ehlibeyt

Admin Ehlibeyt

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir