Hâdi:
“Yol azığını az buluyorum, birkaç cuma burada beklemelisin, olur ya aldanış yurdundan (dünyadan) senin için bir şeyler gönderirler de azığın çoğalır. Nitekim Resulullah (s.a.a); ‘Yolculukta azık her ne kadar çok olursa, o kadar iyidir.’ buyurmuştur. Şimdi gidip de dünya ve din sultanından senin için geçiş izni almam gerekiyor. Hafta içinde bir haber alamazsan, (perşembeyi cumaya bağlayan) akşamı ailene uğra; u-mulur ki, hakkında rahmet ve mağfiret dileyerek seni yâd ederler.”
Hâdi bunları söyleyip gitti, ben de oturup bekledim…
Yerim rahattı; güzel desenli halılar serilmiş bir odadaydım.
Cuma akşamına kadar bekledim; ancak herhangi bir haber alamadım.
Hâdi’nin tavsiyesine uyarak bir kuş şeklinde evime gittim ve evin bahçesindeki bir ağacın dalına kondum.[1]
Sözde benim için toplanıp hayrat veren, ağıt yakan ve Fatiha okuyan eşimin, çocuklarımın, dost ve yakınlarımın sözlerine kulak verdim, hareketlerini izledim.
Yaptıklarının bana hiçbir faydası yoktu; çünkü asıl amaçları bana hayrat vermek değil, kendi haysiyetlerini korumaktı.
Bu nedenle, yemeğe muhtaç bir tek fakir bile davet etmemişlerdi; davete icabet edenler de, karınlarını doyurmak ve diğer şahsî işlerini yapmak için gelmişlerdi.
Ne benim için bağışlanma diliyorlardı, ne de Hüseyin b. Ali’ye (a.s) ağlıyorlardı. Üstelik hayrat sahibinin hizmetteki kusuruna karşılık da, ölü ve dirisi hakkında çirkin sözler sarf ediyorlardı.
Çoluk çocuğumun ve akrabalarımın üzüntüsünün sebebi ise, aile reisinden mahrum kalışları, bundan sonra masraflarını karşılayacak birisinin olmayışıydı.
Kendileriyle bağlantılı dünyevî işlere öylesine dal-mışlardı ki, ne beni anıyor, ne kendilerinin öleceğini hatırlıyor ve ne de ahiretteki durumlarını düşünüyorlardı; sanki kıyamet benim başımda kopmuştu ve onlar hiç ölmeyecekti!
Sanki benim ölümümle yüce Allah, hâşâ, onlara zulmetmişti de onca “Neden, niçin?” ediyorlardı!
Bu manzarayı gördükten sonra ümitsizlik ve bin hüzünle mezarlığa, evime döndüm. Ailem hakkında beddua etmek geliyordu içimden.
Gerçeği bildiğim ve gördüğümden; “Bu dert onlara yeter, bir de ben dertlerine dert katmayayım.” dedim.
Mezarın deliğinden içeri girdim…
Hâdi de gelmişti.
Odanın ortasındaki bir tepsi dolusu güzel elma görünce, sordum:
— Bunlar nereden geldi?
— Dışarıdaki insanlardan birinin, mezarının yanından geçerken okuduğu Fatiha,[2] burada elmaya dönüştü. Allah ondan razı olsun, tam zamanında geldi.
İMAMZADE VE ÂLİMLERLE MÜLAKAT
Hâdi odayı süslemekle, altın ve gümüş masa ve sandalyeleri dizmekle meşguldü. Tavana da güneş gibi parlayan bir kandil asmıştı.
— Hayırdır, bu telâşın niye? Buradan gitmeyecek miyiz?
— Dünya hayatında kendilerinin ve babalarının mezarlarını ziyaret ettiğin imamzadeler ve gece namazlarında isimlerini andığın, mezarlarının yanı başında Fatiha okuduğun âlimler, senin ahiret yurduna göçtüğünü duymuş olmalılar ki, hakkını eda etmek amacıyla seni ziyaret etmek istiyorlar.
“Ne güzel!” dedim.
Üzülmeme sebep olan akrabalarımın durum ve davranışlarını gördükten sonra bu haberi duymak çok sevindiriciydi.
İçim içime sığmıyordu! Bu saadet bana nasip olacaktı demek!
— Hâdi, bu oda küçük değil mi?
— Sana küçük gelen bu oda, onlar gelince kendiliğinden büyüyecektir.
Beklediğim nurlu ve yüce misafirler göründü. Önce Ali oğlu Ebulfazl Abbas (a.s) ve Hüseyin oğlu Ali Ekber (a.s) geldi. İkisi bir tahtın üzerine oturdu; fakat savaş elbisesi giymiş olmaları gerçekten beni şaşırttı. Zerre kadar itip kakma, çekişip çatışma olmayan bu âlemde savaş elbisesi giymenin ne anlamı vardı?!
Ben ve Hâdi onlarla birlikte gelen misafirlerle ayakta durmuştuk. Onların yüceliği ve güzelliği adeta beni büyülemiş, hayran hayran onları seyrediyordum. Bu sırada Ebulfazl Abbas (a.s), Hâdi’ye sordu:
— Babamdan geçiş izni aldın mı?
Hâdi:
— Evet, aldım.
Bunun üzerine şu ayeti okudu:
“Ey cinler ve insanlar topluluğu! Göklerin ve yerin bucaklarından geçip gitmeye gücünüz yeterse, geçip gidin. Ancak büyük bir güçle geçip gidebilirsiniz.”[3]
Sonra bana dönerek buyurdu:
“O büyük güç, babamın velâyetidir ve seni kurtaracak olan berat da odur. Seni saadet ve kurtuluşla müjdeliyorum.”
Ben minnettarlığımı bildirmek için yeri öptüm, sonra da kalkıp ayakta bekledim. Bu yüce zatlarla görüşme hazzı varlığımı kuşatmıştı, elimde olmaksızın gözlerimden yaş akıyordu.
Yanımda durmuş olan Habip b. Mezahir kulağıma fısıldadı:
— Yol boyunca karşılaşacağın tehlikeler, seni kur-tuluşa ermekten meyus etmesin. Çünkü bu zatlar ve masum babaları seni unutmayacaklardır; zaten buraya gelişleri de babalarının isteği üzeredir. Onlar ahirette izcileri ve muhiplerine yardım edeceklerdir. Bu görüşme, sadece sana ümit ve güven vermek içindi. Hz. Zeynep de (s.a) sana selâm gönderdi ve şunları dememi istedi:
“Kardeşimi ziyaret etmek için yaya olarak yola düştüğünü, katlandığın zorlukları, yol boyunca çektiğin açlık ve susuzluğu ve de gözyaşlarını unutmadık, bilesin!”[4]
Ben de; “Benim ve Allah’ın selâmı, rahmet ve bereketi senin ve onun üzerine olsun.” dedikten sonra, burada savaş olmadığı hâlde o iki yüce zatın savaş elbisesi giymelerinin sebebini sordum.
Habib’in rengi değişti, gözleri doldu ve dedi:
“Kerbelâ’da dalga dalga gelen düşman askerlerini dağıtıp cehenneme göndermeye azmetmişti bunlar; fakat ilâhî takdir ve sebepler, o çelik iradenin gerçekleşmesine engel oldu. İşte o zamandan beri bu, bir ukdeye dönüştü. Bu ukdenin çözülmesi için ricat gününü, tekrar dünyaya dönecekleri günü beklemekteler. Sana savaş zırhı gibi görünen şey aslında o ukdedir.”
Onlar gittikten sonra Hâdi’yle yalnız kaldık ve odamız küçülerek eski hâlini aldı.
Hâdi’ye; “Bir daha gidip ailemi görmek istemiyorum; çünkü artık bana bir hayır göndereceklerinden ümidimi kestim. Benim adıma yaptıkları şeyler, kendi dünyaları içindir; gösterişten ibaret olup, üzüntümü artırmaktan başka bir işe yaramıyor. Bundan böyle sa-dece kendi amellerimle yetineceğim ve karşılaşacağım tehlikeler karşısında bu yüce zatlara tevessül ederek sabredecek ve kendimi üzmemeye çalışacağım.” dedim.
Hâdi:
— Şimdilik hiçbir şeye ihtiyacın yok. İlk üç menzilde, mükellefiyetinin ilk üç yılının raporları verileceğinden dolayı herhangi bir tehlikeyle karşılaşmayacaksın. Çünkü teklif çağının ilk yılından, aklın olgunlaşma ve istikrar bulma dönemi olan on sekiz yaşına kadar farzlar ve haramlar hususundaki aykırı davranışlarından dolayı pek önemli bir cezaya çarptırılmazsın.
Çünkü bu üç yıllık dönemde akıl zayıf, şehvet ise güçlüdür; yüce Allah da akla; “Seninle cezalandırır ve seninle mükâfatlandırırım.”[5] buyurarak ceza ve mükafatı akıl ile ilintilendirmiştir.
Bundan dolayı da bu âlemin ilk üç menzili, teklif çağının ilk yıllarına uygun olarak Müsamaha Vadisinde olacaktır.
Bu vadide pek korkulacak bir durum söz konusu değil, herhangi bir tehlikeyle karşılaşacak olsan bile, kısa bir süre sonra kurtulacaksın.
Bu yüzden yanında olmam gerekmiyor, dördüncü menzile gidip seni orada bekleyeceğim. Yarın erkenden azık torbanı sırtına bağlayıp şu ana yoldan, kıbleye doğru yürüyecek olursan, bana geleceksin.
— Ey Hâdi, senin ayrılığın bana ağır gelir, bilirsin. Bu yol, her ne kadar düz, geniş ve tehlikesiz ise de, yalnızlık ve yol bilmezlik, dayanılması güç bir derttir. Resulullah (s.a.a) da buyurmuştur ki: “Önce yol arkadaşı, sonra yol.”
— Bu üç menzilde yalnız kalmak zorundasın. Çünkü dünyada da bu üç yıl seninle birlikte değildim, üç yıl geçtikten sonra sende meydana geldim. Benim tıynetim “illîyîn”dendir, olgunluk ve hidayetin özüdür; bir kusur varsa, o da senden kaynaklanmıştır. Bu durumda beni değil, kendini kınamalısın.
Bu sözlerden sonra Hâdi uçarak yanımdan gitti. Hâdi’nin yokluğunda sözlerini düşündüm ve haklı olduğunu gördüm.
Çünkü teklif çağının ilk üç yılında hayvanî akıl fi-iliyet bulur, insanî akıl ise sadece bir kıvılcım miktarıncadır (idrak gücünün fiiliyet aşamasına ulaşmadığı dönem).
Öyle bir dönemde elbette ki Hâdi benimle olamazdı. Çünkü o dönem, söz ve ahitlerime aldırış etmediğim, vefa göstermediğim, kibirli ve egoist olduğum, özellikle de medrese eğitimine yeni başladığım ve ilimden bir karış yol aldığım dönemdi.
“İlim üç karıştır: İlk karışı kibirlenmeye sebep olur…”
Artık Ebu’l Vefa ve Ebu Turap olan Hâdi yanımda yoktu; yapayalnızdım, yalnız gitmeliydim.
“Allah’ın, öteden beri süregelen kanunu budur. Allah’ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın.”[6]
Bütün âlemler birbirinin kopyasıdır; birini anlarsan, diğerini de anlarsın. Neden ve niçinler anlamamanın işaretidir.
Kaynak: Ölümle Başlayan Yolculuk s.42-47
[1]– Allame Meclisî’nin Hakk-ul Yakin adlı eserinde naklettiği hadise göre, ölenlerin ruhları (mevki ve makamlarına göre? haftada, ayda ya da yılda bir defa (dünyevî gözle görülmeyen) bir kuş şeklinde ailelerini ziyarete gelir ve onları iyi işlerde gördüklerinde sevinir, aksi durumda üzülürler. Bir hadiste de şöyle geçer: “Ölenlerin ruhları öğle vakitlerinde veya cuma günleri, ailelerine uğramak için evlerine gider ve onların iyi amellerini görerek sevinirler.” (Bihar-ul Envar, c.6, s.256)
[2]– Vesail-uş Şia, c.2, s.842, 877, “Cenaze Mezara Bırakıldıktan Sonra Fatiha Okumanın Sünnet Oluşu” ve “Mezarları Ziyaret Etmenin Sünnet Oluşu” babları.
[3]– Rahmân, 33
[4]– Birçok hadiste yaya olarak İmam Hüseyin’in (a.s) ziyaretine gitmenin sevabına işaret edilmiştir. İmam Sadık (a.s) bir hadisinde şöyle buyurur:
“İmam Hüseyin’in (a.s) ziyaretine yaya olarak giden herkes, attığı her adım karşılığında bir hasene (iyilik) kazanır ve bir günahı da bağışlanır… Ziyareti tamamladıktan sonra bir melek onun yanına gelerek; ‘Resulullah sana selâm gönderdi ve geçmişte yapmış olduğun bütün günahların bağışlandığını söyledi. Amellerine yeniden başla.’ der.” (Bihar-ul Envar, c.101, s.72 ve s.24, 27, 36, 142)
[5]– Bihar-ul Envar, c.1, s.97; el-Kâfi, c.1, s.27; Men La Yahzuruh-ul Fakih, c.4, s.369
[6]– Fetih, 23