Kalkıp azık torbamı sırtlandım ve ciddiyetle yola düştüm. Taşsız, çakılsız dümdüz bir yoldu. Bahar havası vardı. Ben de işin başındaydım, güçlüydüm.
Gönlümün mahbubu, vefalı Hâdi’yle görüşmek için öğleye kadar süratle yol aldım. Yorgunluk yavaş yavaş kendini hissettiriyordu. Hava ısınmıştı ve ben susamıştım. Yalnızlık da ürkütüyordu…
Arkama baktığımda, birinin peşimden geldiğini gördüm ve içimden; “Allah’a şükürler olsun, yalnızlık-tan kurtuldum artık!” dedim.
Yaklaşınca uzun boylu, kalın dudaklı, iri dişli, geniş burunlu ve siyah biri olduğunu gördüm.
Dişleri ağzından taşmış, dışarı çıkmıştı. Pis bir kokusu ve korkunç bir görünümü vardı…
Selâm yerine “Allah canını alsın!” anlamında “Sam aleyküm!” demez mi!
Âdeta düşmanıymışım gibi davrandı bana…
Zaten görünüşü ve “Selâm aleyküm” yerine “Sam aleyküm” deyişi de bunu gösteriyordu.
Ben ihtiyatlı davranarak sadece “Ve aleyküm=size de” demekle yetindim ve nereye gitmek istediğini sor-dum. Benimle beraber olacağını söyledi. Oysa ki buna hiç razı değildim. Manzarası ürkütücüydü bir kere.
Sordum:
— Adın nedir?
— Senin ikizinim; adım Siyah, lakabım sapık, kün-yem korku babası, mesleğim ise aldatmak ve fitne çıkarmaktır.
Bunları saydıkça korkum artıyordu…
“Bu da nereden çıktı?! Yine de bin şükür o yalnızlığa!” dedim, kendi kendime.
— Karşılaşacağımız yol ayrımında hangi yoldan gideceğimizi biliyor musun?
— Bilmiyorum.
— Ben susadım, bu yakınlarda su bulunur mu?
— Bilmiyorum.
— Menzilimiz uzak mı?
— Bilmiyorum.
— Varolduğuna göre bir şeyler biliyor olmalı değil misin?
— Sadece şu kadarını bilirim ki, doğduğun günden beri gölgen oldum,[1] Allah’ın inayeti sonucu benden ayrılmadığın sürece senden hiç ayrılmadım ve ayrılmayacağım.
Kendi kendime; “Bu, dünyada yer yer vesveselerine aldanarak bazı hatalara düştüğüm şeytan olsa gerek. Çok kötü bir düşmanın eline düştüm; Allah’ım, acı bana!” dedim.
Ben öne düştüm, o da on adım geride beni izledi. Yokuşu çıkıp dağın tepesine ulaşınca biraz dinlenmek için oturdum. Siyah da bana yetişti ve dedi:
— Yorulduğun belli oluyor. Şimdi otuz kilometrelik yolu altı kilometre yapayım da gör!
— Cahilliğine rağmen mucizen de var demek!
— Gel de yolun nasıl yay gibi eğilip büküldüğünü gör! Azından otuz kilometre var. Yayın kirişi mesabesinde olan bu eğrinin kirişinin ne kadar kısa olduğunu görmüyor musun? Geometride belirtildiği üzere eğri ne kadar yarım daireden büyük olursa, kirişi de bir o kadar kısalır. Eğer kestirmeden gidecek olursak, altı kilometre sonra ana yola varırız. Aklı olan biri, kısa yolu uzun yola tercih eder.
— Ana yol, katedenlerinin çokluğundan ana yol o-lur. Şimdi bu uzun yolu seçen o kadar insan akılsız mıymış? Hâlbuki akıllı insanlar; “Yolu gidenlerin gittiği gibi git.” buyurmuşlardır.
— Ne kadar da aptalsın! Aksini gördüğün hâlde, bir şairi akıllı sanıp hezeyanlarına mı uyacaksın?! Eşyası, yükü ve çoluk çocuğu olan yolcuların elbette ki ana yoldan gitmesi daha doğrudur. Çünkü kestirme yolun başındaki bu dere onların buradan geçmesine engel olmuştur. Ama bizim ne yükümüz var ne de çoluk çocuğumuz. Yaya olarak hareket edeceğimize göre kestirme yolu niye seçmeyelim ki?
Siyah’ın, hayrımı istediğini sanıp sözlerini dinleyerek dereden aşağı doğru yol almaya başladık.
Bir süre sonra bir tepe ve daha derin bir dereyle karşılaştık. Artık birbiri ardınca sıralandı dereler; diken, taş, yılan ve yırtıcı hayvanlarla dolu.
Hava çok sıcaktı, susuzluktan dilim kurumuştu. Öylesine yorulmuştum ki, dilim ağzımdan dışarı sark-mıştı. Ayaklarımın altı delik deşik olmuştu, kalbim korkudan titriyor ve Siyah gibi azılı bir düşman da alaylı alaylı gülüyordu.
Uzun bir yolculuktan ve katlanılması güç sıkıntılardan sonra düşe kalka kendimi zor attım ana yola.
Altmış kilometre kadar yol yürümüş ve her adımda bir belâya duçar olmuştuk.
Oturup biraz dinlendim ve Siyah’a karşı derin bir kinle; “Keşke seninle aramızda doğuyla batı arası kadar bir mesafe olsaydı!“[2] dedim ve kalkıp yoluma devam ettim. Siyah da uzaktan beni takip ediyordu.
Susamıştım…
Yoldan iki kilometre kadar uzakta bir yeşillik gördüm. Entrikalarıyla beni aldatmayı amaçlayan Siyah koşarak yanıma gelip; “Orada su var, susamışsan gidip su içelim.” dedi.
Sözünü dinlemek istemedim; fakat çok susuz ve yorgundum; su olmayan bir yerde de yeşilliğin bitmeyeceğini düşünerek yeşilliğe yöneldim. Yaklaştığımda hiç su olmadığını gördüm…
Yerdeki taşların üzeri yılan dolu olduğundan yürümek hayli müşküldü. Uzaktan gördüğümüz yeşillik ise dört mevsim yeşilliğini koruyan ağaçlara aitti.
Ümitsizce yola koyuldum. Yol esnasında bir karpuz tarlasına rastladık. Siyah hemen birini kopararak yemeye başladı ve dedi:
— Gel sen de birini al ye ve susuzluğunu gider!
— Bu tarlanın mutlaka bir sahibi var ve sahibinin izni olmaksızın koparmamız doğru olmaz.
Karpuzun suyu dudaklarından süzülüp sakal ve göğsüne döküldüğü bir hâlde, başını sallayarak şu beyti okudu:
“Hayret, bir zikir buldun amma
Duanın yerini kaybettin!”
Sonra şöyle devam etti:
— Be mübarek! Evvela, büyük ihtimalle bu karpuzlar kendiliğinden yeşermiş ve kimsenin de malı değildir; birinin malı olduğu farz edilse bile, her şeyin gerçek sahibi yüce Allah, bu hakkı bize vermiştir.[3]
Ayrıca, susuzluktan ölmek üzeresin ve bunu yapmaya mecbursun. “…Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına saldırmadan ve haddi aşmadan (canını kurtarmak için) bir miktar yemesinde günah yoktur.”[4]
Ve de, bu âlemde sorumluluk ve mükellefiyet yok-tur; dolayısıyla gereksiz yere helâlleri haram edip Allah’ın indirmediği bir hükmü vermek doğru olmaz, değil mi?
Siyah’ın oyununa gelip bir karpuz da ben kopardım. Ağzıma koydum, zehir gibi acıydı; ağzım, dilim yaralandı. Karpuzu yere attım ve dedim:
— Ebucehil karpuzu bunlar.
— Hayır, demek ki senin kopardığın öyleymiş.
Başka birini kopardım, o da yılan zehri gibi acıydı.
Siyah ise kopardığı karpuzu yiyor ve çok tatlı olduğunu söylüyordu.
Gidip onun elindekinden biraz aldım ve ağzıma koydum, onunki daha beterdi.
— Allah canını alsın, bu mu tatlı dediğin?! Nasıl yiyorsun sen bunu, yılan zehri bile bundan daha iyi?!
— Doğru, bu ebucehil karpuzudur; ama benim adım Siyah olduğu için bana çok tatlı geliyor.
Tam bu sırada, bir köpeğin bize saldırdığını gördüm. Küfürler savuran eli sopalı bir adam da bizi döv-mek için köpeğin peşinden koşuyordu.
Siyah, bir çırpıda yola çıktı; ben her ne ettiysem de köpeğe yakalanmaktan kurtulamadım.
Korkudan elim ayağıma dolaştı ve yere yıkıldım. Üstüne üstlük sahibi de gelip elindeki sopayla beni iyice hırpaladı.
Her ne kadar; “Ben karpuz yemedim!” dediysem de, adam; “Başkasının malına el uzatmakla yemenin ya da yere dökmenin ne farkı var?” dedi.
Güçlükle elinden kurtulup yola çıktım.
Ağzımın yaralanması, kemiklerimin kırılması, yorgunluk, susuzluk ve de Hâdi’nin yokluğu inim inim inletiyordu beni.
Yapacağını yapan ve arzusuna kavuşan Siyah, uzakta durmuş alaylı bir edayla gülüyor ve şöyle diyordu:
— Hâdi ne yapsın? Dünya hayatında, eziyet tohumlarını benim yardımımla eken sen değil miydin?!
“Doğrusu dünya ahiretin tarlasıdır, ahiret ise hasat günüdür.”[5]
Kur’ân-ı Kerim’in şu ayetini hiç okumadın mı sen: “Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.”[6]
Akıl sahiplerinin de şu sözünü unutmuş gibisin:
“İyi ya da kötü her ne yaparsan
Gerçekte kendine yapmış olursun.”
Güçlü deliller ve Kur’ân ayetleri karşısında Hâdi’-nin elinden ne gelir?! İnşallah Hâdi’nin olduğu menzillerde ben de olacağım, o zaman başına neler getireceğimi göreceksin! Hâdi de kurtaramayacak seni artık. Kendisi de demedi mi, günah işlediğinde senden kaçtım ve tövbe ettiğinde senin yanında oldum? Nitekim Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
“Mümin, mümin olduğu hâlde zina etmez.” [7]
Gördüm ki bu kahrolası, çok dehşet ve oldukça da bilgili biriymiş.
Artık Hâdi’yi de çağırmıyordum.
Azık torbamdan bir elma çıkarıp yedim; hem elimin yarası iyileşti, hem de yeniden güç kazanarak yo-luma devam ettim.
Nihayet bir yol ayırımına geldim.
Sol taraftaki yol harabe bir köye, sağdaki yol ise bayındır bir şehre gidiyor göründüğü için sağdaki yolu seçtim.
Bu arada yol bakıcısından da bir ricada bulundum:
— Mümkünse arkamdan gelen şu Siyah’ın beni iz-lemesine engel ol, bugün bana çektirmediği kalmadı. — O, gölgen gibi senden ayrılmayacaktır. Ancak bu gece rahat olabilirsin, çünkü senin yanına gelmeyecektir. O, bu geceyi sol taraftaki harabe köyde geçirecek ve ileride eziyetlerinin azalması da muhtemeldir.
Kaynak: Ölümle Başlayan Yolculuk s. 51-57
[1]– Resulullah’tan (s.a.a) şöyle rivayet edilir: “Dünyaya gelen her insanın yanında bir şeytan olur.” (Bihar-ul Envar, c.14, s.44, c.63, s.319)
[2]– Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Kim Rahman’ın zikrinden gafil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz… en sonunda bize gelince arkadaşına; ‘Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı! Ne kötü arkadaşmışsın sen!’ der.” (Zuhruf, 36, 38)
[3]– Birçok fakihin görüşü şöyledir: Bir hurmalık veya meyve bağının yanından geçen biri, yanına alıp götürmemek kaydıyla o bağın meyvesinden alıp yiyebilir. İslâm Fakihleri buna “hakk-ul mârre=yoldan geçenin hakkı” derler. (Cevahir-ul Kelam, c.24, s.127; Tahrir-ul Vesile, c.1, s.552)
[4]– Bakara, 173
[5]– Bihar-ul Envar, c.70, s.353
[6]– Zelzele, 8
[7]– Bihar-ul Envar, c.69, s.121 ve 127