EHL-İ BEYT’İN İSLÂM’DAKİ YERİ

Bir gün Resulullah (s.a.a), Mekke ve Medine arasında bulunan Gadir-i Hum denen yerde durdu ve Allah’a (c.c) hamd ve senada bulunduktan, ümmete öğüt verdikten sonra şöyle buyurdu:

Ey halk! Ben bir beşerim! Allah’ın elçisinin gelişi yakındır ve ben onun davetine icabet edeceğim. Ben, sizin aranızda “Sekaleyn”i (iki ağır emanet, iki çok değerli şey) bırakıyorum: Birincisi, Allah’ın kitabıdır ki, içinde hidayet ve nur vardır. Öyleyse Allah’ın kitabını alın ve ona sarılın; ikincisi de Ehl-i Beyt’imdir. Sizi “Ehl-i Beyt’im”e karşı uyarıyorum![1]

Bu son cümleyi, üç defa tekrar buyurdular.      

Şimdi bakalım, “Ehl-i Beyt” kimlermiş?

Peygamberimiz (s.a.a), Hz. Fatıma (a.s) ile Hz. Ali’yi (a.s) evlendirdikten sonra, altı ay boyunca, sabah namazına çıktığında, Hz. Fatıma’nın (a.s) kapısının önünde durup “Ey Muhammed’in (s.a.a) Ehl-i Beyt’i! Haydi namaza!” buyurmuş ve Ahzâb Suresi’nin 33. ayetinden şu kısmı okumuştur: “Ey Ehl-i Beyt! Muhakkak ki Allah, sizden ‘günah kiri’ni gidermeyi ve sizi tertemiz kılmayı murad eder.”[2]

M. Asım Köksal’ın İslâm Tarihi‘nde (c.4, s.60) “ziynet eşyası” bahsi geçer. Bir gün, Peygamberimiz (s.a.a), Fatı-ma’nın (a.s) evine gelip Hasan’la (a.s) Hüseyin’in (a.s) üzerlerinde, gümüşten birer bilezik dikilmiş görünce, kızı Fatıma’ya (a.s), bu gümüşleri çocukların üzerinden sökmesini emretmiş ve şöyle buyurmuştur:

Ey Sevban! Bunları filan oğullarına götür! Fatı-ma’ya, deniz hayvanı dişlerinden yapılan bir gerdanlıkla fil kemiğinden yapılan iki bilezik satın al; çünkü bunlar benim Ehl-i Beyt’imdir; onların dünya hayatında, dünya metalarını üstlerinde taşımalarını arzu etmem.[3]

Biz, İslâm Tarihi kaynaklarından yararlanarak kitap yazıp para kazanma arzusuyla bu kitabı yazıyor değiliz. Din simsarları gibi menfaat peşinde de değiliz. Biz, zulme uğratılan ve kıymetleri bilinmeyen Ehl-i Beyt’i, bu konuda gaflet içinde olan değerli Müslüman kardeşlerimize kaynakları ile birlikte sunmak istiyoruz. “Ehl-i Beyt, Peygamberimizin (s.a.a) hanımlarıdır.” deyip bunun gibi nice yanlışla biçare ümmeti, maalesef, aldatıyorlar. Ahzâb Suresi’nin 33. ayetinde geçen “ve yutahhirakum tathira” (sizi tertemiz kılmayı) ifadesindeki “kum” zamiri erildir. Buradan şu sonuç çıkar: Söz konusu ayet’in Ehl-i Beyt’ten bahsedilen kısmında -ki ilk kısım Peygamberimizin (s.a.a) hanımlarından bahseder- hitap, kesinlikle “hanımları” değildir. Böyle olsaydı ifade, “ve yutahhirakunne tathira” olurdu.

Kisâ Hadisi

Ehl-i Beyt’in kimler olduğu ile ilgili izahımıza devam edelim. Hz. Peygamber (s.a.a), bir gün kızı Fatıma’nın evine geldi ve vücudunda biraz kırgınlık olduğunu bildirerek “Abamı üzerime ört! Biraz istirahat edeyim.” diye buyurdu. Biraz sonra da, İmam Hasan (a.s) eve geldi. Annesine, “Dedemin kokusunu duyuyorum.” deyince annesi, “Abanın altında uyuyor.” dedi. İmam Hasan (a.s), “Ben de abanın altına gireyim mi?” diye sordu. Annesi, “Gir, ama evvela dedenden izin al, ondan sonra.” dedi. İmam Hasan (a.s), dedesinden izin aldı ve abanın altına girdi. Biraz sonra, İmam Hüseyin (a.s) geldi. O da, dedesinin geldiğini ve abanın altında olduğunu duyunca, Hz. Hasan (a.s) gibi izin isteyerek abanın altına girdi.

Bir müddet sonra, Hz. Ali (a.s) geldi. Hz. Peygamber’in (s.a.a) kokusunu alıp abanın altında olduğunu öğrenince, o da çocukları gibi Peygamberimizden (s.a.a) müsaade alarak abanın altına girdi; sonra, Hz. Fatıma (a.s) da babasından izin alarak abanın altına girdi. O anda, Yüce Allah, meleklerine şöyle buyurdu:

Abanın altında bulunan beş büyük zat olmasaydı, gök ile yeri, güneşi, ayı ve meleklerin hiçbirini yaratmazdım.

Sonra Cebrail’e (a.s), “Şu mübarek ayeti Peygamber’e götür!” diye emir verdi:

İnnema yuridullahu li-yuzhibe ‘ankumu’r-ricse Ehle’l- Beyti ve yutahhirakum tathira.

Bu ayetin manası şudur:

Allah, sadece siz Ehl-i Beyt’ten her türlü kiri/gü-nah kirini gidermeyi ve sizi tertemiz kılmayı murad ediyor.[4]

Allah, yukarıda adları geçen bu beş zatı, doğumlarından ölümlerine kadar bütün günahlardan masum kılmıştır. İnsanoğlundaki masumiyet, meleklerde olan masumiyetten üstündür. Halk arasında söylenilen Âl-i Aba, Âl-i Kisâ ve Ehl-i Beyt gibi deyimlerin hepsi, yukarıda da geçtiği gibi, başta Hz. Peygamber (s.a.a) olmak üzere, Hz. Ali (a.s), Hz. Fatıma (a.s), İmam Hasan (a.s), İmam Hüseyin (a.s) beşlisine verilen isimlerdendir.

Mübahehele Olayı

Necran Hıristiyan temsilcileri, Medine’ye gelerek Peygamberimiz (s.a.a) ile görüşmek istediler. Görüşme sırasında, “Sen, bizim peygamberimiz Meryem oğlu İsa’yı nasıl tanırsın? Eğer, bizim inancımız gibi tanırsan, biz de senin dinini kabul ederiz.” dediler. Resul-i Ekrem (s.a.a), buyurdular ki: “Ben, İsa’yı Allah’ın elçisi ve kulu olarak tanıyorum.”

İçlerinden bir papazın, “Hayır, bu tanımak değil! Sen, bizim peygamberimizi küçülttün, hâşâ! Biz, İsa’yı Allah’ın oğlu olarak tanırız. Çünkü babasız insan olmaz!” demesiyle, tartışmayı bırakıp gittiler ve bir zaman sonra yine geldiler. O zaman, Âl-i İmrân Suresi’nin 59. ayeti nazil oldu:

Allah katında İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir. Onu topraktan (anasız-babasız olarak, sadece topraktan) yarattı, sonra ona, “Ol!” dedi; o da süreç içerisinde oldu.

Peygamberimiz (s.a.a), Allah’ın (c.c) sözlerini, bunlara bildirdiyse de, bu Hıristiyanlar, yine de “hakk”a yanaşmayarak kabul etmediler ve Âl-i İmrân Suresi’nin 61. ayeti nazil oldu:

(Ey Peygamber!) Sana “ilim”den bir nasip geldikten sonra, “hak” (gerçek) konusunda seninle tartışana de ki: “Gelin; oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, öz benliklerimizi ve öz benliklerinizi çağıralım, mübaheleye (lanetleşmeye) çıkalım da Allah’ın lanetini yalancılar üzerine salalım.”

Hıristiyanlar tekrar gelince, Peygamberimiz (s.a.a) Âl-i İmrân Suresi’nin 61. ayetini onlara okudu. O zaman, gittiler. Daha sonra Peygamberimize (s.a.a) haber vererek buna razı oldular.

Bir saha tertiplendi; o sahada toplanarak haksız taraf için Allah’ın (c.c) lanetini isteyeceklerdi.

Hz. Peygamber’in (s.a.a) ashabı, “Acaba oğlu yerine, hangimizin oğlunu beraberinde götürecek ve kimi ‘nefsi’ne denk bir kişi olarak seçecek?” diye birbirleriyle konuşuyorlardı. Tam bu sırada, bir de baktılar ki, Hz. Peygamber (s.a.a), oğlu yerine İmam Hasan’ı (a.s) sağ eliyle, İmam Hüseyin’i (a.s) de sol eliyle tutarak, “nefsi” sayılabilecek kişi olarak da Hz. Ali’yi (a.s) ardında, kadın olarak da kızı Hz. Fatıma’yı (a.s) Hz. Ali’nin (a.s) ardında getirerek[5] hazırlanmış sahaya doğru yürüdü. Ashabı bakışırken, Resul-i Ekrem (s.a.a), onlara dönerek, “Allah, böyle emretti.” diye buyurdular.

Hıristiyanlar, aynı sahaya, Peygamberimizden (s.a.a) önce geldiler. En büyük bilginleri olan Ebu Harise’nin yanına vardılar. Üzerlerinde inciler ve ziynet eşyaları bulunuyordu. Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) yaklaşınca, Ebu Harise, “Onun yanındakiler kimlerdir?” diye sordu. “Şu, amcasının oğludur! Şu, kızıdır! Şunlar da kızının oğullarıdır!” dediler.[6]

Peygamberimiz (s.a.a), “Ey Allah’ım! Bunlar, benim ev halkımdır!” dedi.[7] Diz çöktü. Peygamberimiz (s.a.a) diz çökünce, Ebu Harise şöyle dedi: “Vallahi, peygamberlerin lanetleşmeler için diz çöktükleri gibi diz çöktü!”

Hıristiyanlardan Seyyid adlı biri Ebu Harise’ye, “Ey Ebu Harise! Lanetleşmek için yaklaş!” deyince, Ebu Harise, “Ben, bu zatın lanetleşmeye hararetli olduğunu görüyorum. Davasında sadık ve haklı olmasından korkuyorum! E-ğer davasında sadık ve haklı ise, bir yıla varmadan, dünyada yemek yiyecek Hıristiyan kalmaz! Ben, öyle yüzler görüyorum ki, kendileri için bir dağın yerinden ayrılmasını Allah’tan isteseler, Allah, o dağı yerinden ayırır! Sakın, Onunla lanetleşmeye kalkışmayın, helak olursunuz! Yeryüzünde sağ Hıristiyan kalmaz!” dedi.[8]

*     *     *

Bir de Allah’ın (c.c) sözlerine kulak verelim. Sâffât Su-resi’nin 79., 109. ve 120. ayetlerinde, “Âlemler içinde Nuh’a selâm olsun!”, “İbrahim’e selâm olsun!”, “Musa’ya ve Harun’a selâm olsun!” İsmi geçen peygamberlerin “âl”ine (“ehlibeyt”ine, “ev yaranı”na) yönelik olarak Kur’ân-ı Kerim’de “selâm olsun!” denmemiştir. Başka bir ayette, Ah-zâb Suresi’nin 56. ayetinde, Allah şöyle buyurur:

Hiç şüphesiz, Allah ve melekleri Peygamber’e salât ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin ve ona tam bir biçimde selâm verin!

Şunu, Resulullah’ın (s.a.a) düşmanları bile biliyorlardı ki, bu ayet (Ahzâb Suresi’nin 56. ayeti) nazil olduktan sonra sahabe, “Ya Resulallah! Biz, sana selâm vermeyi biliyoruz; fakat ayette geçen salât (tasliye) nasıl olur?” diye sordular. Resulullah (s.a.a), şöyle buyurdu:

Siz, bundan sonra şöyle söyleyin: “Allahumme salli ala Muhammed’in ve Âl-i Muhammed (Allah’ım! Muhammed’e ve Âl-i Muhammed’e salât ve selâm eyle!)”

Yukarıda geçen Allah’ın (c.c) söz konusu emri ve Re-sulullah’ın (s.a.a), bu emrin nasıl yerine getirileceğine ilişkin bu sözü, Âl-i Muhammed’in; Nebi’nin (s.a.a), “onun çizgisi”nin devamı olduğunu ortaya koyuyor. Ehl-i Sünnet’in, Sahih-i Buharî ve Sahih-i Müslim‘de yer alan ve halk arasında “Salli” ve “Barik” duaları diye bilinen, bu sahih “iki salâvat”ta da “Âl-i Muhammed” ifadesi geçmektedir. Bu da “Âl-i Aba”nın (“Aba Altında Olanlar”ın), “Ehl-i Beyt”in (Ev Yaranı’nın), İtret’in yüce konumunu ve değerini açıkça ispatlamaktadır.

Aziz Allah (c.c), yarattıkları içersinden bazılarını seçmiştir. Bunlar, şu kişilerdir: Peygamberler, vasileri ve imamlar. Burada “imam” denilince, aklımıza namaz kıldıran veya mezhep kuran kişiler gelmesin. İmamlar, “Nebi’nin (s.a.a) çizgisi”ni devam ettiren “On İki Ehl-i Beyt İmamı”dır; yani “On İki İmam”dır. Nitekim Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

Sizin aranızda “on iki emir” olacaktır.[9]

Bu emir sona ermez, size “on iki halife” gelip geçmedikçe.[10]

Benden sonra “on iki emir” gelecektir.”[11]

Peygamberimizin (s.a.a), Hz. Ali (a.s), Hz. Fatıma (a.s), Hz. Hasan (a.s) ve Hz. Hüseyin’i (a.s) kastederek, “Ey Allah’ım! Bunlar, benim Ehl-i Beytim’dir! (Ev Hal-kım’dır!)”[12] sözüne dikkat etmek gerekir.

Âl-i İmrân Suresi’nin 61. ayetinde örtük olarak, Peygamberimizin (s.a.a) uygulamasında açıkça görüleceği üzere, Allah-u Teala, İmam Hasan (a.s) ve İmam Hüseyin’i (a.s), Peygamber’e (s.a.a) oğul kılmıştır.

Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

Ben ilim şehriyim, Ali de onun kapısıdır. Kim ilim şehrine girmek isterse, kapısına gelsin.[13]

Bu bağlamda şöyle diyebiliriz: İlim, Allah’ındır. Peygamberimiz (s.a.a) “ilim şehri”dir, Allah’ın (c.c) verdiği il-min yerleştiği yerdir. Ali (a.s) de Allah’ın (c.c) verdiği ilmin yerleştiği yerin kapısıdır. Hemen şunu da belirtelim ki, İslâmî literatürde “ilim”, sadece bilmeyi ifade etmez; bilinci/bilinçli yaşamı, bilgeliği/bilgece yaşamı da ifade eder. “Kullarından sadece ‘âlimler’ Allah’tan haşyet ederler (çekinerek ürperirler.)”[14] ayeti de bunun bir kanıtıdır.

O hâlde, Hz. Ali (a.s) ve ondan (a.s) sonra da on bir seçkin evladı olan “İmamlar”, devirlerinin birer “ilim kapısı”ydılar. Ne yazık ki, devran bunların kıymetini bilmedi. Zalim yöneticiler, zehirle, kılıçla, karanlık ve rutubetli zindanlara atıp işkence yaparak her birinin hayatlarına son verdiler. Suçları, Kur’ân’ı ve “Nebevî çizgi”yi; yani İslâm’ı savunmaktı.

Peki, bu zalimler kimlerdi? Cebrail’in (a.s) Peygamberimize (s.a.a) dediği gibi, ümmetinin vefasızlarıydı. Ümmetin bu vefasızları, namaz kılarlardı; oruç tutarlardı ve diğer ibadetlerini yaparlardı. Saltanat, mevki ve mal uğruna, hırslarının kurbanı olarak, haksız yere insanların kanını dökmekten de zevk alırlardı. Cahil veya art niyetli kalemler de, Şeytan’ın aklına gelmeyecek ifadelerle bunları, birer ıslahatçı olarak göstermeye çalışmışlardır. Böylelikle biçare ümmeti kandırmışlardır. Mazlumların kanını, ümmet için bir şifa kaynağı diye tarih kitaplarına geçirmişlerdir. Bu kurnaz ve menfaatperest yazarlar, Allah’ın (c.c) mazlumun hakkını zalime bırakmayacağını hiç mi duymamışlardır? Allah, Tevbe Suresi’nin 119. ayetinde şöyle buyurmuştur:

Ey iman edenler! Allah’tan çekinin ve ‘Sadık-lar’la beraber olun!

“Sadıklar”la kastedilen, “On İki İmam”dır.

Allah (c.c), Sâffât Suresi’nin 24.ayetinde, “Onları durdurun; onlar sorgulanacaklar!” diye buyurmuştur. Deyle-mî ve İbn Hacer, Ebu Said el-Hudri’den tahriç ettikleri bir hadise binaen, bu ayetin, Hz. Ali (a.s) ve Ehl-i Beyt’i için indiğinden bahsederler.

Bu bağlamda, ayetin anlamı şu olur: Onları durdurun; onlar, İmam Ali (a.s) ve on bir evladı olan “imamlar”ın velayetinden sorgulanacaklar!

Zemahşeri, el-Keşşaf adlı eserinde, Mübahele Ayeti’nin tefsirinde, bu ayet’in, Kisa Ehli; yani Peygamberimizin (s.a.a) abasının altına alarak kendileri için Allah’a dua ettiği Ehl-i Beyt’i (üzerlerine selâm olsun) hakkında indiğini ve bu hususta selef âlimlerinin ittifak etmiş ve birçok da hadis nakletmiş olduklarını belirtir.

Şeyh Saduk İbn Babeveyh’in, Uyunu Ahbari’r-Riza (İmam Rıza’dan (a.s) Hadis Pınarı) adlı kitabında, Abbasî Halifesi Me’mun’un, sarayında düzenlediği ilmî tartışma toplantısı hakkında bilgi verilir. “İmam Rıza’nın (a.s) İtret (Ehl-i Beyt) ve Ümmetin Farkı Üzerine Münazarası” Bölümü’nde (23. Bölüm’de), İmam Ali Rıza (a.s), Me’mun’un meclisinde bulunan âlimlere şöyle buyurdu:

Allah-u Teala, yarattıklarından tertemiz olanları ayırdığında, mübarek ayetinde Peygamber’ine (s.a.a) onlarla mübahele (lanetleşme) yapmaya gitmesini emrederek şöyle buyurdu: “(Ey Peygamber (s.a.a)!) Sana “ilim”den bir nasip geldikten sonra, hak (gerçek) konusunda seninle tartışana de ki: Gelin; oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, öz benliklerimizi ve öz benliklerinizi çağıralım, mübaheleye (lanetleşmeye) çıkalım da Allah’ın lanetini yalancılar üzerine salalım.”[15] Bu ilâhî emirden sonra, Resulullah (s.a.a); Ali, Hasan, Hüseyin ve Fatıma’yı (Allah’ın salâtı ve selâmı onlara olsun) dışarı çıkarıp onları kendi yanına aldı. Ayette geçen “kendimiz” (“nefislerimiz”) ve “kendiniz” (“nefisleriniz”) ibaresinin anlamını biliyor musunuz acaba?”

Âlimler şöyle dediler: “Allah-u Teala, onunla Peygam-ber’in (s.a.a) kendisini kastetmiştir.” İmam (a.s) ise onlara şöyle buyurdu:

Yanıldınız; çünkü Allah-u Teala, onunla Ali bin Ebu Talib’i kastetmiştir. Bunun delillerinden birisi, Resulullah’ın, (Veliaoğulları hakkında buyurduğu) şu sözüdür: “Ya Veliaoğulları bu işlerinden vazgeçecekler, ya da kendim (“nefsim”) gibi birisini (onlara karşı koymak için) göndereceğim.” Yani Ali bin Ebu Talib’i. Ayetteki “oğullar”dan kasıtsa, Hasan ve Hüseyin’dir. Kadınlardan kasıt da Fatıma’dır. İşte bu, hiç kimsenin o fazilette onlardan öne geçemeyeceği bir özelliktir. Hiç kimsenin o özellikte onlara ulaşamayacağı bir üstünlüktür ve hiçbir yaratığın o üstünlükte onları geçemeyeceği bir şereftir. Çünkü Pey-gamber, Ali’nin nefsini, kendi nefsi saymıştır…[16]

Hz. Ali’nin (a.s), Hz. Peygamber (s.a.a) nezdindeki yüce değeri ve konumu hakkında, Mehmet Asım Köksal’ın İslâm Tarihi Peygamberler Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.a) Aleyhisselâm ve İslâmiyet adlı 8 ciltlik kitabına baş-vurulabilir.

Yine Sahih-i Tirmizî ve Ehl-i Sünnet’in diğer hadis kaynaklarına müracaat edilebilir.

Gayetu’l-Meram adlı kitapta Sahih-i Müslim‘in “Fezai-l-u Ali bin Ebu Talib” babından naklen şöyle deniyor:

Bir gün Muaviye, Sa’d bin Ebu Vakkas’a, “Niçin Ebu Turab’a (Hz. Ali’ye) sövmüyor ve Ali hakkında hiç kötü sözler söylemiyorsun?” dedi. Bunun üzerine Sa’d dedi ki: “Resulullah’ın Ali hakkında buyurduğu üç şeyi hatırladıktan sonra, bu işten vazgeçtim… Onlardan birisi de, Mübahele Ayeti[17] inince, Resulullah (s.a.a), sadece Hasan, Hüseyin, Fatıma ve Ali’yi davet ederek, ‘Allah’ım! Bunlar, benim Ehl-i Beyt’im-dirler!’ diye buyurdu.”

Peygamberimize selâm olsun! İki cihan güneşi sevgili Peygamberimize (s.a.a) ve onun temiz soyu olan Ehl-i Beyt’ine… Hz. Ali (a.s), Hz. Fatıma (a.s) ve onların soyundan gelen on bir imama…

Bazı Ehl-i Sünnet yazarların yazmış oldukları süslü “Tarih”lerinde, Resul’ün (s.a.a) soyu için şöyle denilmiştir:

Peygamberimizin evladı kalmadı. Kızından olanlar, onun soyu sayılmaz!

Böyle diyerek, biçare ümmeti yanıltmışlar. Biz de diyoruz ki, bu yazarların amacı, İslâm’ı tahrif etmek, Müslümanları bölüp parçalamak değilse nedir? Bu, ilimlerinin yetersizliğinden mi kaynaklanıyor, yoksa Peygamberimizin (s.a.a) soyuna karşı cephe mi alınıyor?

Bu tavrın, Emevî zihniyetinin bir yansıması olduğunu söyleyebiliriz. Bu kişiler, Allah’ın (c.c) ayetlerini, Peygam-berimizin (s.a.a) hadislerini okumuyorlar mı, yoksa oku-yorlar da “hakk”ı hasıraltı etmeye mi çalışıyorlar? Aslında “hakk”ı gizlemeye çalışma ve saptırma süreci, “iki cihan güneşi”nin nuru, yeryüzünden uzaklaştıktan sonra başlamıştır, hâlâ da devam etmektedir.

Allah, En’âm Suresi’nin 84-87. ayetlerinde, Hz. İbrahim’in (a.s) ve Hz. Nuh’un (a.s) zürriyeti/soyu hakkında şöyle buyuruyor:

Biz, O’na, İshak’ı ve Yakub’u hediye ettik. Hepsini “gerçek yol”a eriştirdik. Daha önce Nu-h’u ve onun soyundan olan Davud’u, Süleyman’ı, Eyyub’u, Yusuf’u, Musa’yı, Harun’u da “gerçek yol”a eriştirmiştik. İyi davrananlara, işte böyle karşılık veririz. Zekeriyya’yı, Yahya’yı, İsa’yı ve İlyas’ı da. Hepsi salihlerdendi (doğru yaşayanlardandı). İsmail’i, Elyesa’yı, Yunus’u, Lut’u da. Hepsini âlemlere üstün kıldık. Atalarından, soylarından, kardeşlerinden bir kısmını da. Onları seçtik ve onları dosdoğru bir yola eriştirdik.

Görüldüğü gibi Hz. İsa (a.s), Hz. Nuh’un kız torunu sayılabilecek olan Meryem’den (a.s) doğan “torun”u olduğu hâlde, onun soyundan sayılmıştır.

Şia ve Ehl-i Sünnet yoluyla nakledilen rivayetlerden Hz. Hasan (a.s) ve Hz. Hüseyin (a.s) hakkında sık sık İb-nu’r-Resul (Resulullah’ın (s.a.a) oğlu) tabirinin kullanıldığını görmekteyiz. İbn Ebî Alan “mübahele ayeti”nden hareketle şunu söyler: “Bu ayet, Hasan (a.s) ile Hüseyin’in (a.s), mübahele (lanetleşme) sırasında mükellef olduklarını ve buluğ çağına eriştiklerini gösteriyor. Çünkü mükellef olmayan birisinin mübaheleye girmesi caiz olmaz. Allah-u Teala, ma’sum insanlar için, diğer insanlarda normal olmayan şeyler gösterebilir. O yaşta, normal insanlar, buluğ çağına ermiyorlar ise, Allah-u Teala’nın iradesi ile, Masum İmamlar, o yaşta buluğ çağına erebilirler. Bunun te’yidi için, Resulullah’ın (s.a.a) şu hadisini gösterebiliriz:

Bu iki oğlum Hasan ve Hüseyin imamdırlar; ister kıyam etsinler, ister sulh.

Mübahele günü, kadınlar içinden de Hz. Fatıma’yı (a.s) seçerek, “Gerçekten de bütün kadınlar adına konuşacak olan budur!” diye buyurmuşlardır. Mübahele’ye Hz. Fatıma’dan (a.s) başka bir kadın da götürülmemiştir. Bu da Hz. Fatıma’nın (a.s) bütün kadınlardan üstün oluş faziletini gösterir.” Bu konuda Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

Fatıma (a.s), benden bir parçadır; kim O’nu ga-zaplandırırsa, beni gazaplandırmış olur ve kim beni gazaplandırırsa, Allah’ı gazaplandırmış olur.[18]

Buharî, Sahih‘inde, bir yandan Resulullah’ın böyle buyurduğunu naklederken, öte yandan, “Fatıma dünyadan göç-tüğünde, Ebubekir’e karşı gazaplıydı ve ölünceye kadar o-nunla konuşmadı.” diyor.[19]

Huzeyfe’den nakledilen sahih bir hadis şöyledir: Resu-lullah’ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu duydum:

Melek gelerek bana, “Fatıma, ümmetinin kadınlarının efendisidir.” dedi.[20]

Bu konudaki başka bir hadis de şöyledir:

Fatıma, Cennet ehli kadınlarının efendisidir.[21]

Fatıma (a.s) âdeta insanlaşmış huriydi. Fatıma (a.s), evlendikten sonra, babasının evine geldiğinde, Resulullah (s.a.a) ayağa kalkar, Fatıma’nın (a.s) yüzünden öper kendi yerinde oturturdu. Aişe Validemiz, bir gün Peygamberimize (s.a.a) şöyle dedi: “Fatıma, evli bir kadındır. Onu neden öpüyorsun?” Resul-i Ekrem (s.a.a) buyurdu ki: “Ey Aişe! Ben, Fatıma’yı öperken, cennetin kokusunu ondan alıyorum.”

Fatıma’nın (a.s) fazileti üstündür. Peygamberimizin (s.a.a) öteki kızları, Fatıma’nın (a.s) derecesinde değildirler; tabi onların da ayrı yerleri vardır. İmam Salebi, Tefsir‘inde şunu rivayet eder:

Hz. Ali buyuruyor ki: “Peygamber (s.a.a), ‘nezîr’dir (‘uyarıcı’dır); ‘hâdi’ (hidayete erdirici) de Haşim-oğulları’ndan bir şahıstır ki, o da benim.”

Hemen şunu da belirtelim ki, İmam Salebi, Ehl-i Sünnet âlimlerindendir. Said bin el-Müseyyib, Ebu Hüreyre vasıtasıyla Resulullah’ın (s.a.a) şu hadisini nakleder:

Bu ümmetin “hâdi”si, Ali’dir.

Peygamber (s.a.a), Hz. Ali’ye (a.s) şöyle der:

Sen, ışığın menşeisin, hidayetin gayesisin ve ışıkların önderisin! Senin böyle olduğuna ben de şahadet ederim.

Resulullah (s.a.a), Hz. Ali’nin (a.s) kendisinden sonraki halifesi olduğunu şöyle ifade etmiştir:

Bu Ali, kardeşim, vasim ve benden sonraki halifemdir.[22]

Yine Peygamberimiz (s.a.a) buyuruyor ki:

Benden sonra, on iki halife olacaktır.[23]

Yine şöyle buyurmuştur:

Sizin aranızda on iki emir olacaktır.[24]

Bu emir sona ermez, size “on iki halife” gelip geçmedikçe.[25]

Benden sonra on iki emir gelecektir.[26]

Resulullah (s.a.a), “on iki halife”, “on iki emir” ve “on iki hâkim” ifadeleriyle bize, açık ve belirgin bir biçimde “on iki imam”ı gerçek halifeleri/ardılları olarak tanıtmıştır. O (s.a.a), bu konuda başka bazı bilgiler de vermiştir. Veda Haccı’nda şöyle buyurmuştur:

On iki halife oldukça bu din, düşmanlarına karşı hep muzaffer olacaktır. Hiçbir muhalif ve münafık, ona zarar veremeyecektir.[27]

Resulullah (s.a.a), “on iki hâkim” ifadesini kullanarak da şöyle buyurmuştur:

Bu ümmet’in ‘on iki hâkim’i olacak ve başkalarının onları yalnız bırakması, onlara zarar vermeyecektir.[28]

Şimdi, Resulullah’ın (s.a.a), “on iki halife”, “on iki emir” ve “on iki hâkim” ifadeleriyle bize bahsettiği “on iki imam”ı zikredelim:

  1. İmam Ali (a.s)
  2. İmam Hasan (a.s)
  3. İmam Hüseyn (a.s)
  4. İmam Ali Zeynulabidin (a.s)
  5. İmam Muhammed Bakır (a.s)
  6. İmam Cafer-i Sadık (a.s)
  7. İmam Musa-yi Kazım (a.s)
  8. İmam Ali Rıza (a.s)
  9. İmam Muhammed Taki/Cevad (a.s)
  10. İmam Ali en-En-Naki (a.s)
  11. İmam Hasan Askeri (a.s)
  12. İmam Sahibu’z-zaman Muhammed Mehdi (a.s) (a.f.)

Bu zatlar, Âl-i Resul’dür. Allah’ın (c.c) cümle salavat ve selâmı kıyamete kadar bunların üzerlerine olsun! Ya Rabbi! Bizlere “On İki İmam”ın muhabbeti ile yaşamayı ve ölmeyi nasip eyle!

Risaletin Karşılığı Ehl-i Beyt Sevgisidir

Buraya kadar yazmış olduğumuz Ehl-i Beyt sevgisiyle ilgili konuyu bir ayet ile noktalayalım. Bu sevgi, tüm Müslüman kardeşlerimize farzdır. Şu da var ki, bu ayetin anlamı çoğunlukla yanlış verilmektedir. Bu, ayrı bir mesele. Tabi doğrusunu araştırmak gerekir. Şunu da iyi bilmek gerekir ki, bunları sadece sevmekle değil; izlerini takip etmekle; dostlarıyla dost, düşmanlarından ise uzak olmakla Resulullah’a (s.a.a) ve dolayısıyla Allah’a yaklaşılır.

Kur’ân-ı Kerim’in Şûrâ Suresi’nin 23. ayeti şöyledir:

Allah’ın, iman edip ıslaha yönelik iyi işler yapan kullarına müjdelediği, işte budur. De ki: “Ben, bu tebliğime karşılık sizden, yakınlar(ım)a sevgi dışında bir karşılık istemiyorum.” Kim bir iyilik yaparsa, ona mükâfatını daha iyisiyle veririz. Şüphe yok ki, Allah çok bağışlayıcı ve mükâfatı bol olandır.

Ehl-i Sünnet kardeşlerimizden birinin yazmış olduğu bir Kur’ân-ı Kerim mealinde, “Beni akrabalarınız gibi sevin.” deniyor. Bazı görüşlerine bizim de katılmadığımız Prof. Yaşar Nuri Öztürk, Kur’ân Meali’nde söz konusu ayette geçen “illel meweddete fi’l-qurba” ifadesini “yakınlarıma sevgi dışında” diye, doğru bir biçimde çevirmiştir.

Peygamberimize (s.a.a) vahyedilen ayetleri yazan sa-habîler olduğu gibi, Hz. Ali (a.s) başta olmak üzere bazı sahabîlerin, Kur’ân’la birlikte, Peygamberimiz (s.a.a) tarafından yapılan tefsirini de öğrendiğini ve yazdığını biliyoruz. Resulullah (s.a.a) daha hayatta iken, Kur’ân-ı Kerim’i yazan âlim sahabîler, ayetlerin tefsirleri ile ilgili, doğrudan doğruya Peygamberimizden (s.a.a) veya başka bir sahabî vasıtasıyla Resulullah’tan (s.a.a) duydukları hadisleri de o ayetlerin yazıldığı sayfaların yanlarına yazıyorlardı. Bu itibarla, âlim sahabîlerin yazmış oldukları Kur’ân, bir çeşit “Tefsiri Kur’ân” idi. Resulullah (s.a.a) tarafından Hz. Ali’ye (a.s) yazdırılıp Resulullah’ın (s.a.a) evinde muhafaza edilen “tefsirli ana metin”, bir başka deyişle “Tefsir-i Kur’-ân” ise, tefsir bakımından çok üstün özellikleri bulunan bir metin idi.

Kur’ân-ı Kerim’de vurgulanarak geçen, Peygamber tarafından öğretilen ve Nebevî evlerde okunan “Kitab ve Hikmet”bunuifade ediyor olmalıdır.Hiç şüphesiz, bu “ana metin”, “sahih nüshalar”la ve bugün elimizde bulunan Kur’ân-ı Kerim’le aynıydı. Ancak tefsir bakımından en yet-kin olanıydı. Çünkü Resulullah (s.a.a), Kur’ân’ın bütün ayetlerini kelimesi kelimesine, noksansız olarak Hz. Ali’ye (a.s) yazdırdığı gibi, bu ayetleri açıklayan hadisleri de bizzat, Hz. Ali’ye (a.s) yazdırmıştır.

Kur’ân-ı Kerim ayetlerinin, Resulullah’ın (s.a.a) hadisleri ile açıklanmış olduğu Hz. Ali’nin (a.s) Mushafı’nda, ayetlerin nüzul (iniş) sırası ve sebebi, özellikle muhkem a-yetlerin anlamları en ufak bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde kesin olarak belliydi.

Resulullah’ın (s.a.a) şu sözünü, bu bağlamda yine hatırlayalım:


[1]Sahih- i Müslim, c.7, s.122

[2]– Tirmizî, Sünen, c.5, s.52; Tefsir-i Taberî, c.22, s.6; Hakim, Müstedrek, c.3, s.158; İbn Esir, Usdu’l-Gabe, c.7, s.223; Zehebi, Siyeru A’lami’n- Nübela, c.2, s.97

[3]– Ahmed bin Hanbel, Müsned, c.5, s.275; Ebu Davud, Sünen, c. 4, s.87

[4]– Ahzâb Suresi:33

[5]– Belazuri, Fütuhu’l-Büldan, c.1, s.77; Yakubi, Tarih, c.2, s.82

[6]– Yakubi, Tarih, c.2, s.82

[7]– Halebi, İnsanu’l-Uyun, c.3, s.236

[8]– Yakubi, Tarih, c.2, s.82-83; Halebi, İnsanu’l-Uyun, c.3, s.236; Buharî, Sahih, c.5, s.120; İbn Kayyım, Zadu’l- Mead, c.3, s.48; Bela-zuri, Fütuhu’l-Büldan, c.1, s.77; İbn Sa’d, Tabakatu’l-Kübra, c.1, s.-357; İbn Hişam, Sire, c.2, s.232-233; M. Asım Köksal, age., c.8, s.111.

Hz. Peygamber’in (s.a.a) diz çökerek, “Ya Rabbi! Bunlar, benim ev halkımdır.” dediğine ilişkin özellikle şu iki kaynağa bakılmalıdır: Halebi, İnsanu’l-Uyun, c.3, s.236; Yakubi, Tarih, c.2, s.82

[9]Sahih-i Buharî, c.4, s.347; Kitabu Ahkami’l-Hadis, s.7223

[10]Sahih-i Müslim, Nevevi’nin şerhiyle, c.12, s.201; Kitabu’l-Emare, s.202-203

[11]– Tirmizî, Sahih, c.3, s.340; Ahmed bin Hanbel, Müsned, c.5, s.93,96,99; Hakim, el-Müstedrek, c.3, s.617; Ebu Davud, Sünen, c.4, s. 106; Taberani, el-Mu’cemu’l-Kebir, c.2, s.196; Muttaki Hindi, Kenzu’l-Ummal, c.13, s.26; Suyuti, el-Cami’u’s-Sagir, c.1, s.75; Beyhaki, Dela-ilu’n-Nubuvve, c.6, s.519; İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, c.6, s.248; İbn Esir, en-Nihaye, c.3, s.54; İbn Hacer, Fethu’l-Bari, c.12, s.181; Kastalani, İrşadu’s-Sari, c.10, s.273

[12]– Halebi, İnsanu’l-Uyun, c.3, s.236

[13]– Müstedrek-i Hakim, c.3, s.126; Tarih-i Bağdat, c.4, s.368; Usdu’l-Gabe, c.4, s.22; Kenzu’l-Ummal, c.6, s.152; Tehzibu’t-Tehzib, c.6, s.320

[14]– Fâtır Suresi: 28

[15]– Âl-i İmrân Suresi: 61

[16]– Şeyh Saduk İbn Babeveyh, Uyunu Ahbari’r-Riza (İmam Rıza’dan (a.s) Hadis Pınarı), s.261-262

[17]– Âl-i İmrân Suresi: 61

[18]Sahih-i Buharî, c.5, s.26; Sahih-i Müslim, c.4, s.1902, h.2449; Sahih-i Tirmizî, c.5, s.698, 3867

[19]Sahih-i Buharî, c.5, s.177 ve c.8, s.185) diye yazmaktadır. (bk. Muhammed Ticani Semavi, Zikir Ehline Sorun, s.138

[20]Sahih-i Buharî, c.8, s.79; Sahih-i Müslim, c.4, s.194

[21]Sahih-i Buharî, c.5, s.25

[22]Tarih-i Taberî, c.2, s.319-321; Tarih-i İbn Esir, c.2, s.62

[23]– Buharî, Tarihu’l-Kebir, c.1, s.446; Ahmed bin Hanbel, Müs-ned, c.5, s.92; Taberani, el-Mu’cemu’l-Kebir, s.94; Ebu Avane, Müs-ned, c.4, s.396; İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye,c.6, s.248; Menavi, Kunuzu’l-Hakayık, s.208; Ebu Nuaym, Hilyetu’l-Evliya, c.4, s.323

[24]Sahih-i Buharî, c.4, s.347; Kitabu Ahkami’l-Hadis, s.7223

[25]Sahih-i Müslim, Nevevi’nin şerhiyle, c.12, s.201; Kitabu’l-Emare, s.202-203

[26]– Tirmizî, Sahih, c.3, s.340; Ahmed bin Hanbel, Müsned, c.5, s. 93,96,99; Hakim, el-Müstedrek, c.3, s.617; Ebu Davud, Sünen, c.4, s. 106; Taberani, el-Mu’cemu’l-Kebir, c.2, s.196; Muttakiyy-i Hindi, Kenzu’l-Ummal, c.13, s.26; Suyuti, el-Cami’u’s-Sagir, c.1, s.75; Bey-haki, Delailu’n-Nubuvve, c.6, s.519; İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, c.6, s.248; İbn Esir, en-Nihaye, c.3, s.54; İbn Hacer, Fethu’l-Bari, c.12, s.181; Kastalani, İrşadu’s-Sari, c.10, s.273

[27]– Ahmed bin Hanbel, Müsned, c.5, s.87-88

[28]– Taberani, el-Mu’cemu’l-Kebir, s.94

Admin Ehlibeyt

Admin Ehlibeyt

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir