Resulullah (s.a.a) ve Müslümanlar, Veda tavafını yaptıktan sonra, hep birlikte Medine yolunu tuttular.[1] Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) ve Müslümanlar Veda Haccı’ndan dönüyorlardı. Müslümanlar, Mekke ile Medine arasındaki Gadir-i Hum diye bir mevkie gelince, Hz. Peygamber (s.a.a) burada herkesin toplanmasını istedi. Peygamberimizin (s.a.a) emriyle Müslümanlar, “Cuhfe Gadir-i Humm” mevkiinde konakladı.[2] Oradaki iki ağacın altı süpürülüp temizlendi.[3] Semura ağacının üzerine bir elbise gerilerek, güneşin sıcağından korunmak üzere Peygamberimiz (s.a.a) için gölgelik yapıldı.[4] Peygamberimiz (s.a.a) orada öğle namazını kıldırdı.[5] Müslümanlara hitap etmek üzere kendisi için hazırlanan yerde ayağa kalkarak hutbesine başladı. Allah’a (c.c) hamd ü senada bulundu.[6] O gün, kıyamet gününe kadar olup bitecek şeyleri, hiçbirini bırakmaksızın, haber verdi.[7] Va’z u nasihat etti. Sonra da şöyle buyurdu:
Ey insanlar! Bilesiniz ki, ben de ancak bir insanım! Çok sürmez, Yüce Rabbimin elçisi, bana gelecek; ben de onun davetine icabet edeceğim! Ben, size “iki ağır emanet” bırakıyorum: Bunların birincisi, Yüce Allah’ın (c.c) kitabıdır ki, içinde hidayet ve nur vardır. Yüce Allah’ın kitabını tutunuz ve ona sımsıkı sarılınız! İkincisi de “Ehl-i Beyt’im”dir! Ehl-i Bey-t’im hakkında size Allah’ı hatırlatırım! Ehl-i Beyt’im hakkında size Allah’ı hatırlatırım! Ehl-i Beyt’im hakkında size Allah’ı hatırlatırım![8]
Resulullah (s.a.a), “Bunlara sımsıkı sarılın; sarılırsanız sapmazsınız!” diyerek de, bu “iki rehber”in hidayete erdirdiğini ve İslâm’ın iki temel kaynağı olduğunu vurgulamıştır.[9]
Resulullah (s.a.a), kendisini dinleyenlerin dikkatini çe-kip bir gerçeği/ilâhî buyruğu onlara bildirmek için, hutbe-sine bir soruyla devam etmiştir:
“Ey insanlar! Siz, ne üzerine şahadet edersiniz?” Onlar da, “Allah’tan (c.c) başka ilâh olmadığına şahadet ederiz.” diye cevap verdiler. Peygamberimiz (s.a.a), “Sonra?” diye sordu. Onlar, “Muhammed’in de Allah’ın kulu ve Resulü olduğuna şahadet ederiz!” dediler.
Peygamberimiz (s.a.a), “Sizin veliniz kimdir?” diye sor-du. Müslümanlar, “Bizim velilerimiz, Allah ve Allah’ın Re-sulü’dür!” dediler. Peygamberimiz (s.a.a), “Ey insanlar! Benim, müminlere nefislerinden önce geldiğimi biliyorsunuz, değil mi?” diye sordu. “Evet, ya Resulallah!” dediler. Peygamberimiz (s.a.a), “Benim, müminlere nefislerinden önce geldiğimi biliyorsunuz, değil mi?” diye tekrar sordu. Müslümanlar, “Evet!” dediler. Bunun üzerine, Peygamberimiz (s.a.a), Hz. Ali’nin (a.s) elinden tutup, “Ben, kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır!” buyurdu ve ardından, “Allah’ım! Ona dost olana dost ol! Düşman olana düşman ol! Ona yardım edene yardım et!” diyerek Allah’a (c.c) yalvardı.
Ömer bin Hattab, Hz. Ali’yle (a.s) karşılaşınca, “Ey Ebu Talib’in oğlu! Ne mutlu sana! Sen, sabahladığında da, akşamladığında da, erkek ve bayan bütün müminlerin mevlasısındır!” diyerek onu tebrik etti, kutladı.[10]
“Mevla”; yerine göre sahip, vekil-i umur (işlerin vekili), yardımcı, dost gibi birçok manada kullanılan bir kelimedir.[11]
Resulallah’ın (s.a.a) “Ben, kimin ‘mevla’sı isem, Ali de onun ‘mevla’sıdır!” sözü üzerinde epey düşünmek gerekir. Peygamberimizin (s.a.a), “Benim, müminlere nefislerinden önce geldiğimi biliyorsunuz, değil mi?” diye iki defa sorması, Ahzâb Suresi’nin 6. ayetine atıftır. Bu ayette Allah, şöyle buyurur: “Nebi, müminlere nefislerinden evladır.”
“Evla” ile “mevla” sözcükleri aynı kökten gelir; “v-l-y” kök harflerinden türemiş iki ifadedir. “Velayet, vilayet, va-li” kelimeleri de bu kökten gelir. “Velayet ve vilayet”; ta-sarrufta bulunma, yöneticilik, mutlak yetkiye sahip olma, köklü dostluk gibi anlamlara gelir. “Mevla” kelimesi, bu bağlamda; mutlak otorite, mutlak anlamda bağlanılması ge-reken, nefsimizden önce gelen, nefsimizden daha çok sev-memiz gereken anlamına gelir.
Mevla kelimesinin, birçok manada kullanılan bir kelime olması, bu sözün anlamının belirgin olmadığını göster-mez. Peygamberimizin (s.a.a), yukarıda belirtilen bağlamda, kendisi için kullandığı “mevla” kelimesini Hz. Ali (a.s) için de kullanması, bu ifadenin anlamını belirginleştirir. Resulallah’ın (s.a.a) “Ben, kimin mevlası isem, Ali de onun ‘mevla’sıdır!” sözünü, “Nebi, müminlere nefislerinden ‘evla’dır.” ayetine atıfta bulunarak, “Benim, müminlere nefislerinden önce geldiğimi biliyorsunuz, değil mi?” diye iki defa sorup “Evet!” cevabını aldıktan sonra söylemesi de bu sözün anlamını belirler. O hâlde, Resulallah’ın (s.a.a) “Ben, kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır!” sözü, şu mesajı içerir: “Ben, sizin için/müminler için ne isem, peygamberlik farkıyla Ali de sizin için odur. Ben, kimin üzerinde velayet (tasarrufta bulunma) hakkına sahipsem, kimin imamı (önderi) isem, kimin nefsinden evla (önce gelen) isem, Ali de aynı şekildedir.”
Ali Akın da, yazmış olduğu Peygamberimizin (s.a.a) Hayatı, Kur’ân ve İlk Sapmalar adlı kitabının 318. sayfasında bu konuyu kaynaklarıyla ele almıştır.
Abdulbaki Gölpınarlı da yazmış olduğu Sosyal Açıdan İslâm Tarihi, Hz. Muhammed (s.a.a) ve İslâm’ın İlk Devri adlı kitapta konunun devamını şöyle anlatıyor:
İlkin, Ömer koşup Hz. Ali’ye (a.s), “Ne mutlu sana!” dedi. Ahmed bin Hanbel’e göre, “Ben, kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır!” sözünü, Peygamberimiz (s.a.a), dört defa tekrarlamıştır. Resul’ün (s.a.a) bu beyanından son-ra, sahabe Ali’yi (a.s) tebrik etmeye koştu. İlk olarak da, Ömer, “Ne mutlu! Ne mutlu sana! Ey Ebu Talip oğlu!” dedi, “Bugün, benim ve erkek-bayan bütün müminlerin mev-lası, veliyy-i emri oldun!” Hassan bin Sabit (a.s), Hz. Ali’-nin (a.s) “imamet”ine dair bir şiir inşad etti ve Hz. Resul (s.a.a), Hassan’a buyurdu ki: “Dilinle bize yardım ettikçe, Ruhu’l-Kudüs’ün teyidine mazhar ol!”
Resulullah (s.a.a) bu sözleri kendinden söylemedi. Peygamberimiz (s.a.a), Gadir-i Hum mevkiine yaklaştığı zaman, Hz. Ali’yi (a.s) “veli” tayin etmeden önce, Cebrail (a.s) şu ayeti getirdi:
Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan, elçiliğini yapmamış olursun! Allah, seni insanlardan korur. Şüphe yok ki Allah, kâfir olan topluluğa hidayet etmez.[12]
Resulullah (s.a.a), Hz. Ali’nin (a.s) Veliyy-i Emr (Emi-rü’l-Müminin) oluşunu beyanından sonra, Medine yolunu tuttu. Rivayet olunur ki: Resulullah’ın (s.a.a) beraberinde yüz yirmi bin hacı vardı. Hacılar, o yörede ayrı ayrı yönlere ayrılacaklardı. Ayrılmadan önce Cebrail şu ayeti getirdi:
Bugün, sizin için dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’dan razı oldum.[13]
Eğer Resulullah (s.a.a), Hz. Ali’nin faziletini beyan et-mek ve ona isnat edilenleri cevaplandırmak isteseydi, örneğin şöyle diyebilirdi: “Bu benim amcamın oğlu, damadım, çocuklarımın yani torunlarımın ve Ehl-i Beytim’in reisidir; onu incitip bana eziyet etmeyin.” Buna benzer fazilet ve üstünlüğe delalet eden sözler söyleyebilirdi. Oysa Gadir Hadisi’nin içeriğinde yukarıda söylediklerimizden başka hiçbir anlam akla gelmemektedir.
Gadir Hadisi’nde Ehl-i Beyt’in zikredilmesi, bahsettiği-miz manayı onaylamaktadır. Ehl-i Beyt, Allah’ın Kitabı’yla birlikte zikredilmiştir. Kur’ân ve Ehl-i Beyt, Sekaleyn (İki Ağır Emanet) olarak adlandırılmıştır. Resulullah (s.a.a) şöy-le buyurmuştur:
Size, kendilerine sarıldığınız takdirde dalalete düş-meyeceğiniz iki ağır/paha biçilmez emanet bırakıyo-rum: Allah’ın Kitabı ve Ehl-i Beytim.
Resulullah (s.a.a), böyle söylemiştir ki, ümmet, kendisinden sonra, bunlardan başka başvuracakları hiçbir mercilerinin kalmayacağını bilsin. Mutahhar (tertemiz) olan Eh-l-i Beyt İmamları’nın (üzerlerine selâm olsun) peşinden git-menin vacip olduğunu vurgulamak için Resulullah’ın (s.a.a) onları Allah’ın Kitabı ile eşdeğer göstermesi yeterlidir her-hâlde. Nasıl ki, hükümleri gereğince Allah’ın Kitabı’na mu-halif başka bir kitaba uymak caiz değilse, Ehl-i Beyt İ-mamları’ndan başka “imamlar”a uymak da caiz değildir. Zira Peygamber’in (s.a.a), “Bu ikisi, Havuz başında bana gelene kadar birbirinden ayrılmayacaklardır” demesi, kendisinden sonra dünyanın, Ehl-i Beyt İmamları’ndan yoksun kalmayacağına işarettir. Öyle ki, bu hadisi iyice tetkik eden, “hilafet”in Ehl-i Beyt’le sınırlı olduğunu anlar.
İmam Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inde Zeyd b. Sabit’ten rivayet ettiği şu hadis de bunu onaylar: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki:
Size iki ağır emanet bırakıyorum: Gökten yere uzanmış bir ip olan Allah’ın Kitabı ve Ehl-i Beytim. Bu ikisi, Havuz başında bana kavuşuncaya kadar birbirinden ayrılmazlar.
Bu da Ehl-i Beyt İmamları’nın hilafetine dair bir nas-tır. Ehl-i Beyt’in peşinden gitmenin icap ettiğine dair herhangi bir nas, Hz. Ali’nin (a.s) peşinden gitmenin vacip ol-duğunu içeren bir nass demektir. Çünkü kendisi Ehl-i Bey-t’in önderidir ve bunun aksini kimse iddia edemez. Resu-lullah (s.a.a), kimin velisi ise, Hz. Ali de onun velisidir.[14]
Resulullah (s.a.a), Veda Haccı’nda şöyle buyurmuştur:
Haberiniz olsun ki; ben birtakım erkek-kadın insanları kurtaracağım! Kurtarmak isteyeceğim diğer birtakım kimselere gelince; onlar hakkında bana galebe çalınacak. “Ya Rabbi! Bunlar da benim sahabî-lerimdir!” diyeceğim. Yüce Allah ise, “Senden sonra onların neler yaptığını sen bilmezsin!” buyuracaktır.[15]
Resulullah (s.a.a), bize, bazı “sahabîler”in kendisinden sonra bidatler çıkaracaklarını, mürtet olup Cahiliyye’ye geri döneceklerini, dini değiştireceklerini ve bundan dolayı cehenneme gideceklerini haber vermiştir:
Kıyamet günü sizi kuzeye doğru götürecekler. Ben “Onları nereye götürüyorsunuz?” diye sorduğumda, “Vallahi, onları cehenneme götürüyoruz!” diyecekler. Ben, “Ey Rabbim! Onlar, benim ashabımdır.” diyeceğim. Bana diyecekler ki: “Senden sonra, onların ne bidatler çıkardıklarını bilmiyorsun. Sen, onları terk ettiğinde, mürtet olup cahiliyeye geri döndüler.” Bunun üzerine ben diyeceğim ki: “Allah’ın rahmeti, ben-den sonra dini değiştirenlerden uzak olsun!” Onlar-dan, ancak deve sürüsünden ayrılan birkaç deve gibi çok azı kurtulacaktır.”[16]
[1]– Vakıdî, Megazi, c.3, s.1114; İbn Sa’d, Tabakatu’l-Kübra, c.2, s.202
[2]– Ahmed bin Hanbel, Müsned, c.4, s.368,372
[3]– Ahmed bin Hanbel, Müsned, c.4, s.281
[4]– Ahmed bin Hanbel, Müsned, c.4, s.372
[5]– Ahmed bin Hanbel, Müsned, c.4, s.281
[6]– Sahih-i Müslim, c.4, s.1873; Ahmed bin Hanbel, Müsned, c.4, s.367
[7]– Taberani’den naklen, Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, c.9, s.105
[8]– Sahih-i Müslim, c.4, s.1873; Ahmed bin Hanbel, Müsned, c.4, s.367
[9]– bk. M. Asım Köksal, İslâm Tarihi, c.4, s.59
[10]– Ahmed bin Hanbel, Müsned, c.4, s.37, 281, 368-370; Tirmizî, Sünen, c.5, s.633; İbn Hacer, el-İsabe, c.4, s.65; Vakidi, Megazi, c.3, s.1115; Taberani’den naklen Heysemi, Mecmau’z- zevaid, c.9, s.104,106-107; M. Asım Köksal, İslâm Tarihi, c.8, s.195
[11]– bk. Firuzabadi, Kamusu’l- Muhit, c.4, s.404
[12]– Mâide Suresi: 67
[13]– Mâide Suresi: 3
[14]– Seyyid Abdulhüseyn Şerefuddin, el-Müracaat, Mektep ve İmamet Hakkında Mektuplar, s.244-245
[15]– Ahmed bin Hanbel, Müsned, c.5, s.412 ve c.1, s.384,453; İbn Mace, Sünen, c.2, s.1016, Müslim, Sahih, c.4, s.1796; M.Asım Köksal, İslâm Tarihi, c.8, s.143
[16]– Sahih-i Buharî, c.9, s.58-59 ve c.8, s.150-151; Sahih-i Müslim, c.4, s.1794, h.2293; ayrıca bk. Muhammed Ticani Semavi, Zikir Ehline Sorun, s.162