Peygamberlerin sonuncusu ve ilâhî elçilerin efendisi Abdulmuttalib oğlu Abdullah oğlu Muhammed (s.a.a), Fil Yılı’nın rebiyülevvel ayının on yedinci gününde doğdu.
Daha önce babasını kaybeden Hz. Peygamber’e Sa’d-oğulları kabilesinden bir kadın sütannesi oldu. Dört veya beş yaşına girdiğinde annesine geri verildi. Altı yaşındayken annesi vefat etti. Bunun üzerine bakımını tek başına dedesi üstlendi. Fakat iki yıl sonra o da öldü. Dedesi ölmeden önce onun bakımını müşfik amcası Ebu Talib’e havale etti. Evleninceye kadar da amcasının yanında kaldı.
On iki yaşındayken amcası ile birlikte Şam’a bir yolculuk yaptı. Yolda rahip Buhayra ile karşılaştı. Buhayra onu tanıdı. Onu gözden uzak tutmaması hususunda Ebu Talib’i uyardı ve onun aleyhinde komplolar kurmak için Yahudilerin fırsat kolladıklarını belirtti.
Hz. Peygamber (s.a.a) yirmi yaşlarında Hılfu’l-Fudul adı ile bilinen bir mazlumları müdafaa için kurulan bir antlaşmaya katıldı. Sonraları bu katılımdan iftiharla söz etmiştir. Hatice’nin mallarıyla ticaret yapmak için Şam’a gitti. Gençliğinin parlak döneminde yirmi beş yaşındayken Hatice ile evlendi. Bundan önce “doğru ve güvenilir (emin)” kişi lakapları ile tanınmıştı. Hacerü’l-Esved’i yerine koymakta anlaşmazlığa düşen kabileler onun arabuluculuğuna başvurdular. O da bulduğu ilginç bir yöntemle çatışan tarafları uzlaştırdı.
Kırk yaşında peygamber olarak görevlendirildi. Görevinin bilincinde olarak insanları Allah’a çağırmaya başladı. Öncü müminlerden oluşan bağlılar ve destekçiler toplamaya girişti.
Çağrı görevine başlamasının üzerinden üç veya beş yıl geçtikten sonra yüce Allah ona yakın akrabalarını uyarmasını emretti. Arkasından elçilik görevini ilân ederek İslâm’ı sevenlerin müminler safına katılması yolunda açık çağrıda bulunmakla emredildi.
O andan itibaren Kureyş kabilesi Hz. Peygamber’in (s.a.a) önüne çeşitli engeller çıkarmaya, çağrının yayılması-nı önlemeye, böylece Allah yolunun önünü kesmeye başla-dı. Buna karşılık Hz. Peygamber (s.a.a), çağrısı için Mekke dışında yeni bir pencere açmaya yöneldi. Bu amaçla Habeşistan’a Müslümanlardan oluşan birkaç heyet gönderdi. Çünkü bu ülkenin hükümdarı, daha önce ülkesine gelen Ebu Talip oğlu Cafer başkanlığındaki bazı Müslümanları i-yi karşılamış ve onlar da oraya yerleşmişlerdi. Nitekim Cafer Hicrî yedinci yıla kadar bu ülkeden ayrılmamıştı.
Kureyşliler, Habeşistan hükümdarını Müslümanlara kar-şı kışkırtma gayretlerinin başarılı olmadığını görünce, yeni bir plân uygulamaya başladılar. Bu plân Müslümanlara ekonomik, sosyal ve siyasî ambargo ve kuşatma dayatmak oldu. Bu ambargo üç yıl devam etti. Kureyşliler bu ambargonun Hz. Peygamber’i (s.a.a), Ebu Talip ve Haşimî kabilesinin diğer mensuplarını dize getirmesinden ümit kesince kuşatmayı kaldırdılar. Ancak ambargo baskısından zaferle çıkan Hz. Peygamber (s.a.a) ile kabilesi, peygamberliğin onuncu yılında Ebu Talip ile Hatice’nin (her ikisine selâm olsun) vefatı ile sarsıldılar. Bu iki olayın Hz. Peygamber (s.a.a) üzerindeki etkisi ağır oldu. Çünkü aynı yıl içinde en güçlü iki destekleyicisini kaybetmişti.
Bazı tarihçiler “İsra” ve “Miraç” olayının gerçekleşmesini bu üzücü durumla ilişkilendiriyorlar. Bu görüşe göre, bu dönemde üzüntünün ve psikolojik baskının doruğunda yaşayan Hz. Peygamber (s.a.a) aynı zamanda Kureyşlilerin bütün ağırlıkları ile ilâhî çağrının önüne dikildiklerini, yolunu kestiklerini görüyordu. Böylece yüce Allah, bu ağır havayı dağıtmak için miraç esnasında ona gösterdiği büyük mucizelerle önüne geleceğin ufuklarını açtı. Gerçekten miraç mucizesinin Hz. Peygamber ve müminler üzerindeki şevk uyandırıcı etkisi çok büyük oldu.
Hz. Peygamber (s.a.a) yeni bir hareket merkezi bulabilmek ümidi ile Taif’e göç etti. Fakat Mekke’ye komşu olan ve bu şehrin atmosferinin etkisi altında kalan bu beldeden yeni bir açılım elde edemedi. Bunun üzerine Mekke’ye dönerek daha önce komşuluğunu seçtiği Mut’im b. Adiy-y’in yakınına yerleşti.
Hz. Peygamber (s.a.a) ilâhî risaleti yaymak için hac mevsimlerinde yeni bir hareket başlattı. Hac görevini yerine getirmek ve Ukkaz Çarşısı’nda ticaret yapmak için Bey-tu’l-Haram’a gelen kabilelere kendini tanıtmaya başladı. Yesrib (Medine) halkı ile buluştuktan sonra, yüce Allah ö-nüne başarı ve yardım kapılarını açtı. Böylece Allah’a çağrısı devamlılık kazanarak İslâm Medine’de yayılmaya başladı.
Sonunda Kureyşlilerin kendisine yönelik tuzağından Allah tarafından haberdar edilmesi üzerine Medine’ye hicret etmeye karar verdi. Çünkü Kureyş kabilesi bu kabilenin bütün kollarından oluşan bir grup vasıtasıyla onu öldürüp kendisinden nihaî olarak kurtulma konusunda anlaşmışlardı. Bunun üzerine Hz. Ali’ye (a.s) bir gece kendi yatağında yatmasını emrettikten sonra kendisi bütün korunma tedbirlerini alarak Medine’ye doğru yola çıktı ve kendisi için tam bir karşılama hazırlığı yapmış olan bu şehrin halkı ile buluştu. Rebiyülevvel ayının başlarında Kuba’ya ulaştı. Hz. Peygamber’in (s.a.a) bu hicreti, onun emri ile İslâm tarihinin başlangıcı oldu.
Hz. Peygamber (s.a.a) Medine’de ilk İslâm devletini kurdu. Hicretten sonraki ilk yıl zarfında bu devletin temellerini attı. İşe putları kırmakla ve Mescid-i Nebevî’nin inşası ile başladı. Bu mescidi hareketi, çağrısı ve hükümeti için merkez olarak hazırladı. Arkasından muhacirler ile ensar arasında birebir kardeşlik ilişkileri kurdu. Böylece yeni devletin üzerine oturacağı sağlam bir halk tabanı oluşturmayı amaç edindi. Bir yandan da kabileler arasındaki ilişkileri düzenleyen bir tür yönetmelik hazırlayarak bunu kabilelere iletti. Bu arada Yahudi oymakları ile bir anlaşma imzaladı. Bu yönetmelik ile bu anlaşma, ilk yönetim düzeninin ve İslâm devletinin genel hatlarını içeriyordu.
Genç İslâm devleti ve İslâm çağrısı Kureyşlilerin sert ve çirkin direnişi ile karşılaştı. Bu kabile, İslâm daveti ile bu yeni devleti ortadan kaldırmaya kesin karar vermişti. Bu amaçla Müslümanlara art arda savaşlar açtılar. Hz. Peygamber (s.a.a) ve Müslümanlar da bu savaş girişimleri karşısında kendilerini savunmak zorunda kaldılar.
Böylece bu genç devleti savunma yılları başladı. Hz. Peygamber bu dönemi Hicret’in yedinci ayında amcası Hz. Hazma komutasında sefere çıkardığı bir seriye ile başlattı. O yılın sonuna kadar üç seriye daha hazırlayıp sefere çıkardı. Bu yıl içinde Bakara Suresi’nin birçok ayeti indi. Bu ayetlerde, bir yandan yeni devlet ve ümmetle ilgili ölümsüz bazı hükümler belirlenirken, öte yandan münafıkların ve Yahudilerin Hz. Peygamber’e ve yeni cihanşümul devletine karşı hazırladıkları komplolar ve kurdukları tuzaklar ifşa ediliyordu.
Kureyşliler, Hz. Peygamber (s.a.a) ile yeni devletini Medine dışından; Yahudiler ise, bu devleti Medine içinden hedef almışlardı. Hz. Peygamber her iki grubun hareketini sıkı gözlem altına aldı. Hicret’in ikinci yılında iki seriye seferi ile sekiz savaş gerçekleşti. Bu savaşların biri ramazan ayında yapılan Büyük Bedir Savaşı oldu. Yine bu yıl içinde ramazan ayı orucu farz kılındı ve İslâm devleti ile Müslüman ümmetin bağımsızlığına yeni bir boyut kazandıran kıble değişikliği gerçekleşti.
Hicret’in ikinci yılı bir yandan birçok askerî ve öte yandan siyasî ve sosyal hayatla ilgili ilâhî direktiflerin inişine sahne oldu. Kureyşliler ile Yahudiler ağır savaş yenilgilerine uğratıldılar. Medine’yi ilk yurt edinmiş Yahudi kabilesi olan Benî Kaynuka’nın, Hz. Peygamber’le (s.a.a) yapmış oldukları sözleşmeyi bozdukları gerekçesi ile Büyük Bedir zaferinden sonra Medine’den sürgün edildiler.
Hicreti izleyen üç yıl boyunca Kureyşlilerin İslâm’a ve Müslümanlara yönelik Medine dışından gelen askerî saldırıları ile Yahudi kabilelerin Hz. Peygamber’le imzaladıkları anlaşmaları bozma girişimleri devam etti. Bu üç yıl zarfında gerçekleşen beş savaş yani Uhud, Beni’n-Nazîr, Ah-zâb, Benî Kureyza ve Beni’l-Mustalak Savaşları, Peygamber’e ve Müslümanlara çok ağır gelmiş, zorluk vermişti.
Hicret’in beşinci yılında Müslümanlar başarılı bir sınavdan sonra müşrik ittifakı ile Yahudilerin ortak bir komp-losunu geri püskürttüler. Böylece yüce Allah, Kureyşlilerin Müslümanları dize getirmekten ümidi kesmelerinden sonra büyük fethin zeminini hazırlamış oldu… Hz. Peygamber (s.a.a) Hüdeybiye Barışı’ndan sonra çevredeki kabileler ile anlaşıp onları yanına çekmeye girişti. Maksadı şirk ve inkârcılık güçleri karşısında, Müslümanlar ile bu kabilelerden oluşan birleşik bir güç oluşturmaktı.
Bütün bunların sonunda, yüce Allah Hicret’in sekizinci yılında Mekke’yi fethetmesini sağladı ve bu fetih sayesinde, Kureyş kabilesinin elebaşlarını İslâm devletine boyun eğdirdikten sonra Peygamber’i (s.a.a) şirkin merkezlerini Arap Yarımadası’ndan tasfiye etmeyemuktedir kıldı.
Bunun arkasından gelen Hicrî dokuzuncu yıl akın akın Allah’ın dinine girmeye başlayan kabilelerin temsilcilerinin karşılanıp uğurlandığı bir yıl oldu.
Hicret’in onuncu yılı Veda Haccı’nın yapıldığı ve Hz. Peygamber’in (s.a.a) diğer ümmetlere şahit olan ümmetini ve cihanşümul devletini geliştirme yolunda ümmeti arasında geçirdiği son yıl oldu.
Peygamber (s.a.a) İslâmî devletinin temellerini, yerini alacak ve adımlarını izleyecek olan masum imamların önderliğini belirleyerek pekiştirdikten sonra hicrî on birinci yılının safer ayının yirmi sekizinci günü vefat etti.
Bu masum önderlik Ebu Talip oğlu Ali’nin (a.s) şahsında temsil edilecekti. O kâmil insan ki, Hz. Peygamber onu doğduğu günden itibaren kendi eli altında büyütüp eğitmiş ve hayatı boyunca onu güzel şekilde gözetmişti.
İmam Ali (a.s), İslâm’ın bütün değerlerini düşüncesinde, davranışlarında ve ahlâkında somutlaştırmıştı. Hz. Pey-gamber’in (s.a.a) emirlerine ve yasaklarına uymada en yük-sek örneği oluşturuyordu. O bu niteliği ile büyük velâyet, nebevî vasilik ve ilâhî halifelik payesine lâyıktı. Onun İslâ-mî risaletin ve nebevî devletin oluşum ve yapısındaki etkin varlığı ve rolü, Hz. Peygamber’in vefatından sonra Allah’ın emri üzere Resulullah’ın (s.a.a) ilk vekili olmasını sağladı.
Nihayet yüce Peygamber (s.a.a), içinde bulunduğu tüm zor şartlara rağmen İmam Ali’yi Müslümanlara hidayet rehberi ve önder tayin ederek risaletini duyurmayı tamamladıktan sonra Rabbinin çağrısının gereğine uydu.
Hz. Peygamber (s.a.a) Allah’a itaatkârlığın ve O’nun e-mirlerine uymanın en üstün örneği idi. Çünkü Allah’ın emrini en güzel şekilde Müslümanlara iletti ve Veda Haccı’nı en çarpıcı açıklamalarla noktaladı.
Hz. Peygamber’in (s.a.a) Doğumu
Hz. Peygamber’in (s.a.a) gönderilişi öncesindeki dönemde Arap Yarımadası toplumunda kargaşa ve zulüm kökleşmişti. Toplumda birlik diye bir şey yoktu. Çöldeki hayat karakterinin var ettiği sosyal ve kültürel özellikler, Arap Yarımadası toplumunda göstergeleri beliren çöküş sürecini durdurmak için yeterli değildi. Bu süreçte ortaya çıkan antlaşmalar ve ittifak (birliktelik) girişimleri, sözünü ettiğimiz sosyal çözülme karşısındaki direnişin sosyal göstergesi olmaktan başka bir şey değildi. Fakat bu müttefiklerin sayıca çokluğu, toplumda merkezî bir gücün olmadığının delili idi.
Hz. Ali (a.s) bir hutbesinde şöyle buyurur:
Allah onu, elçilerin gönderilmesine bir süre ara verdikten sonra, ümmetlerin uykularının uzayıp gittiği, fitnelerin alıp yürüdüğü, işlerin darmadağın olduğu, savaşların yayıldığı bir çağda gönderdi. Dünyanın ışığı görünmez olmuştu. Aldatışlar açığa çıkmıştı. O çağda dünyanın yaprağı sararmıştı, meyvesinden ümit kesilmişti. Suyu çekilmiş, hidayet meşa-leleri yıpranmıştı. Azgınlık bayrakları dalgalanmaktaydı. Dünya, ehline karşı yüzünü ekşitmiş, kendisini isteyenin yüzüne suratını asmıştı. Meyvesi fitne idi, yemeği leşti, pisti. İçi korku idi, dışı ise kılıçtı.[1]
İnsanlığın içinden geçtiği bu zor ortamda ebedî mutluluk ve onurlu bir hayat müjdeleyen ilâhî bir nur parıldayarak kulları ve ülkeleri aydınlattı. Bu nurun parıldayışı, Hicaz topraklarının üstün keremli Peygamberi Abdullah oğlu Muhammed’in (s.a.a) doğumu ile şereflendiği sırada gerçekleşti. Bu doğum miladî 570 yılına denk gelen Fil Yılı’nda meydana geldi. Hadisçilerin ve tarihçilerin çoğunluğunun kabullerine göre bu mutlu olay rebiyülevvel ayına rastlar.
Doğduğu güne gelince; bunu en doğru bilecek olan Ehl-i Beyti (hepsine selâm olsun) bugünün kesin olarak rebiyülevvel ayının on yedisinin cuma günü, şafağın sökmesinden sonra olduğunu söylüyor. İmamiye Mezhebi’nde yaygın şekilde benimsenen görüş budur. Başka görüşlere göre Hz. Peygamber (s.a.a) yine rebiyülevvel ayının on ikisine rastlayan bir pazartesi günü dünyaya geldi.[2]
Hz. Peygamber (s.a.a) iki isimle tanınmıştır. Bu isimler “Muhammed” ve “Ahmed”dir. Bu isimlerin her ikisi de Kur’ân’da geçmektedir. Tarihçilerin verdikleri bilgiye göre Hz. Peygamber’e “Muhammed” adını dedesi Abdulmutta-lip verdi. Bu ismi torununa niçin verdiğine ilişkin soruya: “Onun gökte ve yeryüzünde övülmesini istedim.” cevabını verdi.[3] Annesi Âmine ise dedesinin isimlendirmesi öncesinde oğluna “Ahmed” ismini vermişti.
Allah Resulü (s.a.a), daha dünyaya gelmeden annesi Hz. Amine (a.s) iki aylık hamile iken, babası Hz. Abdullah (a.s) Mekke’den Medine’ye sefer yaparken hastalanarak Medine’de vefat etti.
Hz. Peygamber (s.a.a), babasının ölümünden sonra hayatta kalan müşfik annesinin gözetiminin tadını uzun süre tadamadı. Annesi, sevgili kocasını kaybetmişliğin tesellisi olacak olan Abdullah’ın bu yetimini büyütmeyi bekliyordu. Fakat ölüm ona bu fırsatı vermedi.
Rivayet edildiğine göre sütannesi Halime, beş yaşındayken Hz. Peygamber’i (s.a.a) ailesinin yanına getirdi.
Annesi Âmine o sırada Peygamber’i yanına alıp sevgili eşinin mezarını ziyarete gitmek istedi. Bu vesile ile Hz. Peygamber de Yesribli (Medineli) Benî Neccar kabilesinden olan dayılarını görebilecek, bu yolculuk sırasında onlarla tanışabilecekti.
Fakat bu yolculuk Hz. Peygamber (s.a.a) için başka bir üzüntü kaynağı oldu. Çünkü babasının ölüp defnedildiği evi ziyaret ettikten sonra geri dönüş yolunda Ebvâ denen yerde annesini kaybetti.
Âmine’nin ölümünden sonra Ümmü Eymen, geriye kalan mallarını ve devesini de yanına alarak Hz. Peygamber (s.a.a) ile birlikte Mekke’ye doğru yolculuğuna devam etti. Amacı onu, torununa çok düşkün olan dedesi Abdulmutta-lib’e teslim etmekti.[4]
Hz. Peygamber (s.a.a) dedesi Abdulmuttalib’in kalbinde hepsi de Mekke vadisinin ileri gelenleri olan oğullarından ve torunlarından hiçbirinin sahip olmadığı öncelikte bir yere sahipti.
Rivayet edildiğine göre Abdulmuttalip Kâbe’nin avlusunda kendisi için özel olarak seçilen yaygı üzerinde otururdu. Kureyş’in ileri gelenleri, eşrafı ve oğulları çevresini sarardı. O sırada gözü torunu Muhammed’e (s.a.a) ilişince, yanına gelmesi için ona yol açılmasını emreder ve gelince onu kendisi için özel olarak seçilmiş olan o yaygı üzerinde yanı başında oturturdu.[5]
Kureyş kabilesinin büyüğü tarafından gösterilen bu ilgi, kendini bildiği günden itibaren dikkatleri çeken yüksek ahlâkına ek olarak onun Kureyşlilerin gönüllerindeki değerini yükseltmişti.
Hz. Peygamber (s.a.a) sekiz yaşına bastığında üçüncü bir acı ile sarsıldı. Bu acı, büyük dedesi Abdulmuttalib’in ölümü idi.
Dedesinin ölümü üzerine duyduğu üzüntü, annesinin ö-lümü üzerine duymuş olduğu üzüntüden daha az olmamıştı. Öyle ki, dedesinin cenazesini son istirahatgâhı olan mezarına kadar izlerken hüngür hüngür ağlamıştı.
Dedesinin hatırası hiçbir zaman aklından çıkmadı. Çün-kü kendisine çok güzel bakmıştı ve onun peygamber olacağını biliyordu. Nitekim rivayet edildiğine göre, henüz e-mekleme çağında bir bebek iken Peygamber’i yanından u-zaklaştırmak isteyen birine, “Oğlumu bırak, ona mülk/ege-menlik gelmiştir.” dedi.[6]
Ebu Talib’in Hz. Peygamber’in (s.a.a) Gözetimini Üstlenmesi
Abdulmuttalip, torunu Muhammed’in (s.a.a) bakımını oğlu Ebu Talib’e havale etmesi onun torununa yönelik ilgisinin bir belirtisidir. Çünkü Ebu Talib’in, yeğeninin bakımını en iyi şekilde yerine getireceğini biliyordu.
Ebu Talip gerçi fakir idi; fakat Kureyşliler arasında, kardeşleri içinde en saygın ve ayrıcalıklı konuma sahipti. Üstelik Ebu Talip Hz. Peygamber’in babası Abdullah’ın a-na-babası bir kardeşi idi. Bu da onunla Hz. Peygamber arasındaki bütünlük, şefkat ve sevgi bağlarını güçlendiren bir unsurdu.
Ebu Talip, babası tarafından uhdesine verilen bu sorumluluğu iftiharla ve şerefle kabul etti. Bu sorumluluğunda saygın eşi Esed kızı Fatıma onun yardımcısı idi. Karı-koca, ikisi birlikte Muhammed’in beslenmesini ve giyimini kendilerinin ve öz evlâtlarının aynı türden ihtiyaçlarının kar-şılanmasına tercih ediyorlardı. Hz. Peygamber de amcasının bu eşinin ölümü üzerine: “Bugün annem öldü!” derken bu gerçeği ifade etmek istemiştir. Ardından Hz. Resulullah (s.a.a) ona kendi gömleğini kefen olarak sarmış ve defninden önce lahdine uzanıp yatmıştı.
Abdulmuttalib’in ölümünden itibaren Ebu Talib’in Hz. Peygamber’i (s.a.a) korumakla ilgili zor görevi başladı. O, onu çocukluğundan başlayarak malı ile, canı ile, itibarı ile koruyor, yaşadığı süre boyunca onu eli ve dili ile destekli-yordu. Böylece Muhammed (s.a.a) büyüdü ve peygamberlik görevini alarak risaletini yüksek sesle ilân etti.[7]
Kutsal Evlilik
Hz. Peygamber (s.a.a) gibi kişiliği ile herkesten üstün olan bir kişinin, büyük amaçları ve değerleri ile uyum sağlayacak olan, kendisi ile beraber cihat yolculuğunu ve sıkıntılarla dolu çabasını sürdürecek, zorluklarına ve meşakkatlerine sabredecek bir kadın ile evlenmesi gerekirdi. O günlerde Hz. Peygamber’e (s.a.a) ve sözünü ettiğimiz göreve uygun düşecek Hatice’den başka bir kadın yoktu. Bu birlikteliği yüce Allah’ın dilemesi sonucunda, Hz. Hatice’nin kalbi bütün duyguları ile Hz. Peygamber’e yöneldi ve onun yüce şahsına bağlandı.
Hz. Hatice (r.a) Kureyş kabilesinin en şerefli, en zengin ve en güzel kadınlarından biri idi. Cahiliye döneminde “temiz hanım” ve “Kureyş’in Hanımefendisi” gibi nitelemeler ile anılırdı. Kabilesinin bütün erkekleri onunla evlenmek için güçlü bir arzu içinde idiler.
Hz. Hatice’ye Kureyş kabilesinin önde gelen erkekleri talip oldu. Tekliflerini kabul etmesi için ona maddî vaatler sundular. Fakat o bu tekliflerin hepsini reddetti.[8] Çünkü meseleleri ölçüp tartan üstün bir akla sahipti. Fakat Hz. Peygamber’i (s.a.a) seçti. Çünkü onda asalet, üstün seçkinlik ve yüce ahlâk ve değerlerin toplu olduğunu gördü. Bu yüzden onun yücelik alanına girmeyi isteyerek ona eş olmak istedi.
Tarihî kaynakların ağırlıkla verdikleri bilgiye göre evlenme arzusunu ilk ortaya koyan taraf Hz. Hatice oldu. Bu arzu üzerine Ebu Talip, ailesini ve birkaç Kureyşliyi yanına alarak Hz. Hatice’yi o sırada velisi olan büyüğünden istemeye gitti. Bu veli, Hatice’nin amcası Amr b. Esed idi.[9] Ağırlıkla kabul edilen görüşe göre bu olay Resulullah’ın (s.a.a) peygamber olmasından on beş yıl önce gerçekleşti.
Hz. Ali’nin (a.s) Doğumu ve Hz. Peygamber (s.a.a) Tarafından Eğitilmesi
Hz. Peygamber (s.a.a) ile Ebu Talip oğlu Hz. Ali (a.s) arasındaki ilişki yakın akrabalık bağı ile sınırlı değildir. Bu ilişki son derece derin fikrî ve duygusal bir ilişki olarak kendisini gösterir. Hz. Ali’nin annesi Fatıma bint-i Esed, Kâbe’nin içinde doğurduğu oğlunu kucağına alarak Kâbe’den çıktığında karşılaştığı ilk kişi Hz. Peygamber (s.a.a) oldu.[10] Hz. Peygamber bu karşılama sırasında Hz. Ali’yi an-nesinin kucağından alarak bağrına bastı.[11]
Bu yeni doğan bebek, anne-babası ile amcasının oğlu olan Hz. Peygamber’in (s.a.a) kucaklarında büyüdü. Hz. Peygamber sık sık amcasının evine giderdi. Hz. Hatice ile evlendikten sonra bile bu gidip gelmeler aynı sıklıkta devam etti. Hz. Peygamber ona, başka hiç kimseye göstermediği üstün bir duygu ve özen ile yaklaşıyordu. Uyanıkken ona okşayıcı sözler söyler, onu göğsünde taşır ve uyutmak için beşiğini sallardı. Hz. Ali (a.s), Hz. Peygamber (s.a.a) ile arasındaki sıkı yakınlığı şöyle ifade ediyor:
Resulullah’a (s.a.a) ne kadar yakın olduğumu, onun katında nasıl bir mertebeye ulaştığımı bilirsiniz. Çocuktum henüz, o beni bağrına basardı. Yatağına a-lırdı. Vücudunu bana sürer, beni koklardı. Lokmayı çiğner, ağzıma verir, yedirirdi. Ne bir yalan söylediğimi duymuştur, ne bir kötülük ettiğimi görmüştür… Ben her an deve yavrusu nasıl annesinin ardından giderse onun ardından öyle giderdim. O her gün bana huylarından birini belletir, ona uymamı buyururdu.[12]
Kureyş kabilesi bir dönem şiddetli bir ekonomik sıkıntıya düşmüştü. Bu bunalım sırasında Hz. Peygamber (s.a.a) hemen amcaları Abbas’a ve Hamza’ya Ebu Talib’e bu sıkıntılı döneminde yardım ve destek olmalarını önerdi. Bu öneri üzerine Abbas Talib’i, Hamza Cafer’i yanına alırken, Ebu Talip Akil’in kendi yanında kalmasını istedi. Hz. Peygamber (s.a.a) de yanına Ali’yi (a.s) aldı ve onlara şöyle dedi:
Ben yüce Allah’ın size vermeyip benim için seçtiği kişiyi seçtim.[13]
Peygamberlik ve Ön Belirtileri
Hz. Peygamber’in (s.a.a) peygamber oluşundan vefatına kadar onunla aynı dönemde yaşayanlar, Hz. Peygamber’in peygamber olmasından önce ve peygamber olduğu sıradaki hayatı hakkında bize sağlıklı ve net bir portre sun-masalar da Hz. Ali (a.s) Hz. Peygamber’i (s.a.a) anlatırken onun peygamberlik öncesi dönemi hakkında şöyle diyor:
“O sütten kesildiği andan itibaren Allah, meleklerinden pek büyük bir meleği ona eş etmişti. O melek gece-gündüz ona yücelikler yolunu gösterdi. Âlem ehlinin en güzel huylarını belletirdi. Ben de her an devenin yavrusu nasıl anasının ardından giderse onun ardından giderdim. O her gün bana huylarından birini belletir, ona uymamı buyururdu. Her yıl Hira Dağı’na çekilir, kulluğa koyulurdu. Onu sadece ben görürdüm, başkası görmezdi.”[14]
Bu belge yüce Allah’ın: “Hiç şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin.”[15] ayeti ile uyuşuyor. Bu ayet peygamberlik döneminin başlarında indi. Bilindiği gibi ahlâk, ruhun derinliklerine kök salan nefsanî bir melekedir. Birkaç günde kazanılacak bir nitelik değildir. Buna göre Hz. Peygamber’in yüce ahlâk sahibi olmakla nitelenmesi, onun bu sıfatı peygamber olmadan önce taşıdığını ortaya koyar.
İmam Cafer Sadık (a.s) da şöyle buyurur:
Aziz ve celil olan Allah, Peygamberi’ni edeplendirdi ve bu edeplendirmeyi en güzel şekilde yaptı. Onun edeplendirmesini kemale erdirince: “Şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin.” dedi. Sonra kullarını yönetsin diye ona din ve ümmet işini teslim etti.[16]
Şunu da unutmamak gerekir ki, yüce ahlâk tanımlaması, Hz. Peygamber’den gelen: “Ben ahlâkî erdemleri tamama erdirmek üzere peygamber olarak gönderildim.” şeklindeki hadisin kastettiği erdemlerin bütününü içerir. Eğer Hz. Peygamber’in kendisi henüz ahlâkî erdemleri kişiliğinde taşımasaydı, bu erdemleri tamama erdirmesi ondan nasıl beklenebilirdi? O hâlde Hz. Peygamber’in peygamber olmadan önce bütün erdemlere sahip olduğunu söylemek gerekir. Çünkü ancak o takdirde yüce ahlâk sahibi olmakla nitelendirilmesi doğru ve mantıklı bir niteleme olabilir.
İmam Ali b. Muhammed Naki’den (s.a) şöyle rivayet edilir:
Resulullah (s.a.a) Şam’a gidip gelerek yaptığı ticareti bırakıp bu ticaretlerden Allah’ın kendisine nasip ettiği kazancı tümü ile sadaka olarak dağıtınca, her gün sabahları Hira Dağı’na giderdi. Bu dağa çıkarak onun tepelerinden yüce Allah’ın rahmetinin eserlerine, O’nun rahmetinin şaşırtıcı görüntülerine, hikmetinin emsalsiz güzelliklerine, göklerin derinliklerine, yeryüzünün köşe-bucaklarına, denizlere, çöllere, derelere bakardı ve bu yaratılış eserlerinden ibret alırdı. Yüce Allah’ın kâinata yansıyan bu varlık belirtileri üzerinde düşünceye dalardı ve Allah’a gerçek anlamı ile ibadet ederdi.
Resulullah (s.a.a) kırk yaşını doldurunca ve yüce Allah kalbine bakıp da onu kalplerin en erdemlisi, en yücesi, en itaatkârı, en korkanı, en boyun eğeni olarak bulunca gök kapılarına izin verdi de açıldılar ve Peygamber göğe baktı. Meleklere izin verdi de indiler ve Peygamber onları gördü. Rahmete emretti de arşın sütunu tarafından Peygamber’in başına ve yüzüne indirildi. Nuru ile taçlanmış meleklerin tavusu Ruhu’l-Emin lakaplı Cebrail’e baktı da o yanına inerek kolundan tutup onu sarstı ve şöyle dedi:
“Ey Muhammed, oku!” Hz. Peygamber’in, “Ne okuyayım?” demesi üzerine Cebrail sözlerine şöyle devam etti:
Yaratan Rabbinin adı ile oku! O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! Rabbin en büyük kerem sahibidir. O ki, insana kalemle (yazmayı) öğretti. İnsana bilmediğini öğretti.[17]
Sonra Allah’ın kendisine vahyettiğini ona vahyedip arkasından yükseklere çıktı.
Muhammed (s.a.a) dağdan indi; ama Allah’a karşı beslediği ululaştırma duygusu benliğini kuşatmış, yüce Allah’ın şânının büyüklüğünün etkisi ile vücudunu ateş ve titreme basmıştı… Sonra Kureyşlilerin, vereceği haberi yalanlayacakları ve kendisine delilik ve şeytanların çarpmasına uğradığı isnadında bulunacakları korkusunu şiddetle hissetti. O nedenle yüce Allah onun göğsünü açmayı ve kalbini cesaretlendirmeyi istedi. Bunun üzerine dağları, taşları ve toprağı konuşturdu. O bunların hangisinin yanına varsa, ona şöyle sesleniyordu:
Selâm sana, ey Muhammed. Selâm sana, ey Allah’ın dostu. Selâm sana, ey Allah’ın Resulü. Müjdeler olsun sana! Çünkü yüce Allah seni üstün kıldı, seni güzel kıldı, alımlı yaptı, seni öncesi ve sonrası ile bütün yaratıkların üzerinde üstünlük ve kerem sahibi kıldı. Kureyşliler sana, delisin ve dinden çıkmışsın diyecekler diye üzülme! Çünkü sadece alemlerin Rabbinin fazilet bağışladığı kimse faziletlidir. Sadece bütün yaratıkların yaratıcısının değerlendirdiği kimse değerlidir.
[1]– Nehcu’l-Belâğa, hutbe: 89
[2]– İmtau’l-Esma, s.3.
[3]– es-Siretu’l-Halebiyye, c.1, s.128
[4]– es-Siretu’n-Halebiyye, c.1, s.105
[5]– es-Siretu’n-Nebeviyye, c.1, s.168
[6]– Tarih-i Yakubî, c.2, s.10
[7]– Menakıb-u Âl-i Ebi Talip, c.1, s.35; Tarih-i Yakubî, c.2, s.14
[8]– Biharu’l-Envar, c.16, s.22
[9]– es-Siretu’l-Halebiyye, c.1, s.137
[10]– Hâkim Nişaburî şöyle der: “Fatıma bint-i Esed’in Emirü’l-Mü-minin Ali b. Ebu Talib’i Kâbe’nin içinde doğurduğunu ifade eden rivayetlerin sayısı oldukça fazladır.” el-Müstedrek Ala’s-Sahihayn, c.3, s. 483
[11]– el-Fusulu’l-Muhimme, İbn Sabbağ, s.13
[12]– Nehcü’l-Belâğa, 192. hutbe, Kasıa hutbesi.
[13]– Mekatilu’t-Talibiyyin, s.36; el-Kâmil, c.1, s.37
[14]– Nehcü’l-Belâğa, 192. hutbe
[15]– Kalem, 4
[16]– el-Kâfi, c.1, s.66, h: 4
[17]– Alak, 1-5