Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) bir gün Medine Mescidi’nde minberde vaaz ederken, Hz. Cebrail (a.s) şu emri getirdi:
Yüce Allah buyuruyor ki: Tedbirini alsın! Bütün müşriklerin kalpleri birleşmiştir. Ebu Süfyan, Mekke’den onbin kişilik bir ordu ile üzerine geliyor!
O zaman, Peygamber (s.a.a), ashabına dönerek yüce Allah’ın (c.c) emrini bildirdi. Resul-i Ekrem (s.a.a), bu gibi işlerde ashabına danışır, fikirlerini alırdı. “Biz, bu gelen güçlü düşmana karşı nasıl tedbir alalım?” diye ashabına yi-ne danıştılar. Bunun üzerine herkes, bir fikir ortaya attı.
Selman-ı Farisî dedi ki:
Ya Resulallah! Bizim memlekette, böyle kuvvetli düşmanlara karşı savunma yapmak için, siperler kazarlardı. Medine etrafına, hendek yapalım!
O zaman Cebrail (a.s) nazil olup dedi ki:
Ya Resulallah! Allah-u Teala buyuruyor ki: Biz de Selman’ın fikrini beğendik.
Böylece, görev dağılımı yapılarak hendek kazılmaya başlandı. Hem de ramazan ayı idi. Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) de hisse almıştı; kendisi de çalışıyordu. Müminler, her gün Peygamber’i (s.a.a) iftara davet ediyorlardı; yanında gelenler de olurdu.
Bir gün ashaptan bir kişi Peygamber’e (s.a.a) dedi ki:
– Ya Resulallah! Bu akşam da benim evime iftara buyur!
Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) buyurdu ki:
– Evinde yiyecek neyin var?
Ev sahibi dedi ki:
– Bir keçi yavrusu vardı, onu kestim. Dört-beş tane de arpa ekmeğim olabilir!
Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) dedi ki:
– Ben gelinceye kadar, kazanın ağzını açmayın, tandır-dan da ekmekleri çıkarmayın!
İftar zamanı olunca, Resulullah (s.a.a) cemaate, “Buyu-run! Filanca kişinin evine iftara gideceğiz.” dedi. Cemaat, Resulullah (s.a.a) ile beraber geldi. Ev sahibi ile karısı, konuşarak yemeğin misafirlere yetmeyeceği endişesini paylaştılar. Peygamber (s.a.a), mutfağa gelerek yemek kazanının ağzını kendisi açtı ve tandırdan ekmekleri kendisi çıkardı. İki kişi görevlendirdi. Birisi, kepçeyi alarak kazanın başına, öteki de, dört-beş arpa ekmeğinin başına gelince, Resulullah (s.a.a) buyurdu: “Verin!” Kepçe elinde olan adam, doldurup veriyordu. Resul-i Ekrem (s.a.a) buyuruyor-du ki: “Eti, hep uyluk tarafından ver!” Veren de, hep uyluk tarafından veriyordu. Resulullah (s.a.a) yine tekrarlıyordu: “Hep uyluk tarafından ver!” Veren adam dedi ki: “Ya Re-sulallah! Bir hayvanda iki uyluk olur!” O zaman, Allah’ın sevgili Peygamber’i (s.a.a) şöyle buyurdu: “Keşke öyle de-meseydin! Bu cemaatin hepsini hayvanın uyluk tarafıyla doyuracaktım!”[1]
Allah’ın (c.c) selâmı, kıyamete kadar Peygamberimize (s.a.a) ve onun pak Ehl-i Beyti’nin üzerine olsun! Allah (c.c) bunların şefaatini bizlere nasip etsin! Bu ev sahibinin iki oğlu vardı. Büyük oğlu, küçük oğlunu aldatarak “Babam, keçi yavrusunu bu şekil kesti!” diyerek çocuğu yere uzatıp başını kesti. Annesi, bu durumu görünce, alçak bir ses ile, “Baban da seni öldürecek!” deyince, büyük oğlan da çatıya çıkıp kendisini yere atarak intihar etti. Bu durum karşısında, anneleri, çocukların cenazelerini gizledi; Resu-lullah’ın (s.a.a) meclisi bozulmasın diye kimseye bundan bahsetmedi. Bu mümin hanım, Allah (c.c) ve Resulü’nün (s.a.a) hatırı için, bu acısını gizledi. Bu bağlılığından dolayı makamı nur olsun!
Yemekten sonra, Hz. Cebrail (a.s) nazil olarak Resu-lullah’a (s.a.a) durumu bildirdi. Hz. Peygamber (s.a.a), yemekten sonra, ev sahibine dedi ki: “Sizin iki çocuğunuz vardır. Onları getirin görelim.” Kadın, çocukların orada olmadığını söyledi. O anda, Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), “Cebrail, bana durumu haber verdi.” dedi.
Daha sonra cenazeleri Resulullah’ın (s.a.a) huzuruna getirdiler. O, arşa değen avuçlarını havaya açarak Aziz Allah’tan (c.c), çocukların tekrar hayata dönmelerini diledi. Allah (c.c), Peygamberi’nin (s.a.a) duasını kabul buyurdu. Çocuklar, dirilip ayağa kalktılar. Elbette ki, Sevgili Peygamberimizin (s.a.a) duası kabul olunur; çünkü Allah (c.c), gökleri, yeri, Arş’ı, Kürsî’yi, tüm âlemleri Muhammed Mustafa’nın (s.a.a) hatırı için yarattı.
Bakın, bu mümine kadının, Allah’ın Peygamberi’nin (s.a.a) meclisine, yoluna, getirmiş olduğu dine karşı göstermiş olduğu bağlılık ve fedakârlığından dolayı, yüce Allah, mükâfatını hemen bu dünyada vermiştir. Tabii ki, ahi-retteki mükâfatı daha büyüktür; ama ne yazık ki, aynı Peygamber’in (s.a.a) ümmeti olan hanımlar ve kızlarının duru-mu ortadadır.[2]
Hendek kazma esnasında, Selman-ı Farisî’nin (a.s) Ehl-i Beyt’ten sayılışı ile ilgili bilgiler vererek konumuza devam edelim. Selman-ı Farisî (a.s), Hendek’te çalışırken, Ensar da, Muhacirler de, “Selman bizdendir!” diyorlardı. Onu, kendilerinden başka bir topluluğa ait saymak istemiyorlardı. Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), “Selman bizdendir, ‘Ehl-i Beyt’imdendir!” buyurarak tartışmaya son verdi.[3]
Resul-i Ekrem’in (s.a.a), “Selman bizdendir!” sözünden hareketle, burada Selman’la (a.s) ilgili bir rivayeti ver-meden geçmek istemiyoruz. Hz. Ali (a.s), uzun bir zaman evine gelmedi. Hz. Fatıma (a.s), İmam Hasan (a.s) ve İ-mam Hüseyin’i (a.s) alır, babası Peygambermizin (s.a.a) yanına giderdi, “Çocuklar, babaları için ağlıyorlar; ben de üzülüyorum!” derdi. Bu işi, Resul-i Ekrem (s.a.a) de çok merak ederdi. Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), Mescid’de buyurdu ki:
Kim Ali’nin sağ haberini bana getirirse, o adama müjde vereceğim!
Bir gün, Selman-ı Farisî, Medine civarında gezerken, aniden Hz. Ali (a.s) ile karşılaştı; “Ya Ali (a.s)! Sen şimdiye kadar neredeydin?” dedi ve Hz. Peygamber’e (s.a.a) müjde için koştu.
Hz. Ali (a.s), Selman’ı (a.s) geri çağırdı ve dedi ki:
– Ya Selman! Sen, Peygamber’den müjde yerine ne isteyeceksin?
Selman dedi ki:
– Ben, Resulullah’ın sağlığını isterim.
Hz. Ali (a.s) dedi ki:
– Ya Selman! Her müjdenin karşılığı bir hediye olur. Hz. Peygamber diyecek ki: “Ya Selman! Müjde yerine, benden ne istiyorsun?” Sen de de ki: “Ya Resulallah! Senin sağlığını istiyorum.” Resul-i Ekrem diyecek ki: “Müjdenin bir karşılığı olur; iste onu vereyim.” O zaman sen de de ki: “Ya Resulallah! Miraca gittiğin zaman, Allah ile üç bin kelime konuştunuz. Allah-u Teala buyurdu ki: Bu üç bin kelimenin binini ümmetine söyle; bin kelimesini söylesen de olur, söylemesen de olur; ama bin kelime, ikimizin arasında kalacak!”
Selman dedi ki:
– Ya Resulallah! Allah ile senin aranda kalan bin kelimeden birisini istiyorum; söyle!
O zaman, Peygamberimiz (s.a.a) buyurdu ki:
– Ya Selman! O, Allah ile benim aramdadır; söyleyemem.
O zaman, Cebrail (a.s) nazil oldu, şöyle dedi:
– Ya Resulallah! Allah şöyle buyuruyor: Desin ki: Sel-man bizdendir.
Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz (s.a.a) şöyle bu-yurdu:
Her kimin kalbinde, zerrecik kadar -güneş, camdan içeri düşerken içersinde zerrecikler kaynaşır- Ali sevgisi olursa, ona cehennem ateşi haram olur!
Bu sözü şöyle anlamak gerekir: Bir kimse, Allah’ın (c.c) ve Resulü’nün (s.a.a) emirlerini ve yasaklarını yerine getiriyor; yani, namaz kılıyor, oruç tutuyor, zekât veriyor, hacca gidiyor, haramlardan kaçmaya çalışıyor, İslâm’ın diğer gereklerini yapmak için çabalıyor ve Resulullah’tan (s.a.a) sonra, Kur’ân-ı Kerim ve Ehl-i Beyt’e uyarak, bu yol üzere yaşamaya çalışıyorsa, Ali (a.s) sevgisi, işte böyle birini, cehennem ateşinden korur. İmam Ali (a.s) şöyle derdi:
Ben, Muhammed’in kölelerinden biriyim.
Selâm olsun, Peygamberimize (s.a.a) ve onun pak, tertemiz Ehl-i Beyt’ine!
Bakın, Cenab-ı Allah (c.c) ne buyuruyor: “Ey Peygamber! De ki: Selman bizdendir.” Yüce Allah (c.c) insanları yarattığı zaman, birçok kişiyi sevimli kıldı. Bunlar kimlerdir? Peygamberler, sıddıklar, şehitler, salihler. Bunlar arasında, Peygamber’in (s.a.a) yakınları olan Ehl-i Beyti, seçkin bir yerde bulunmaktadır. Ahir Zaman Peygamberi olan Muhammed Mustafa’nın (s.a.a) “Ehl-i Beyt”ine tu-tunularak yaşanan bir din, bizi Allah’a (c.c) ve Peygambe-r’e (s.a.a) yaklaştıracaktır. Çünkü başta Resulullah (s.a.a) olmak üzere, Peygamber’in (s.a.a) Ehl-i Beyt’i olan On İki İmam cennet yolunun işaretleridir. Allah (c.c), bizleri, onların şefaatlarından ayırmasın! Peygamberimiz (s.a.a), Eh-l-i Beyt’i Allah’ın Kitabı Kur’ân-ı Kerim ile birlikte ümme-tine emanet etmiştir. Bu yücelik, Ehl-i Beyt’e yeter.[4]
Konumuz olan Hendek Savaşı’na devam edelim. Münafıkların Hendek’ten dağılmalarıyla, -münafıkların evlerinin Medine dışında ve duvarlarının da alçak olup düşmana ve hırsıza açık bulunduğunu bahane ederek- o gece, Peygamber’in (s.a.a) yanında üç yüz kişiden başka kimse kalmamıştır. Böylece, on bin kişilik müşrik ordusu Mekke’den gelerek Ebu Süfyan’ın emri ile Medine’yi kuşatmıştır. Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), Medine talan olacağından dolayı çok endişeliydi.
Bu savaş, bir süre ok atışması ile başladı. Müşrik okçular, Resulullah’ın (s.a.a) çadırını ok yağmuruna tuttular. Bu çatışmanın sonunda, hendeğin dar yerinden beş müşrik süvarisi sıçrayıp geçti. Müşriklerin kumandanları, “Hendeğin şu dar yerinden, kim atlayarak geçebilir?” diye birbirlerine sordular.
İkrime bin Ebu Cehil, Nevfel bin Abdullah, Dinar bin Hattab, Hübeyre bin Ebu Vehb ve Amr b. Abduvedd atla-yıp geçmeye hazırlandılar. Bunlar, Hendek ile Sel Dağı arasındaki çorak ve sert yerde, hendeğin dar gediğine doğru, atlarını dörtnala kaldırdılar; hendeğin o dar yerinden atlayıp geçmeye muvaffak oldular.[5]
Diğer müşrikler, geçmeyip hendeğin arkasında sıralan-dılar. Geçenler, Ebu Süfyan’a, “Sen niçin geçmiyorsun?” diye sordular. Ebu Süfyan, “Siz geçtiniz, eğer bizlere ihti-yacınız olursa geçeriz.” diye karşılık verdi.[6]
Müşriklerin geçtiğini görünce, Hz. Ali (a.s) Müslümanlardan birkaç kişi ile gidip o gediği tuttu. Amr b. Ab-duvedd’in Müslümanlara meydan okumasının sebebi üzerinde de duralım. Hendeği geçenlerden Amr b. Abduvedd, Bedir Savaşı’nda ağır yaralanmıştı. Bunun için, Uhud Savaşı’nda bulunamamıştı. Kendisinin kim olduğu anlaşılsın diye, bir alamet takmıştı. O zaman, kendisi doksan yaşında idi. Resulallah (s.a.a) ve ashabından öcünü almadıkça, koku sürmeyi kendisine yasaklamıştı. Bu kişi Arapların nam-lı kahramanlarındandı. Tepeden tırnağa kadar zırha bürünmüştü.
Bir rivayete göre, kırk harami, önceleri Mekke ve Şam seferi yapan bir ticaret kervanını basarak soygun yapmaya girişmişlerdir. Kervanda olanlar kaçmışlardır; ancak, Amr b. Abduvedd kaçmamış, bu kırk harami ile savaşmıştır. Bu sırada kalkanı kırılmıştır.
Rivayete göre, bir deve yavrusunu yerden kaparak kalkan yapıp haramileri bozguna uğratmış; kervandan da bir şey vermemiştir. Bu, işte o Amr b. Abduvedd’dir. Hemen orada atının başını çekerek İslâm ordusuna, “Benimle çarpışacak kim varsa, çıksın meydana!” diye seslenmiştir. Müslümanlar, Amr b. Abduvedd’in yaman bir adam olduğunu bildikleri için kımıldamadılar, susup kaldılar.
Hz. Ali (a.s) ise, Amr b. Abduvedd ile çarpışmak için sabırsızlanıyordu. Hz. Ali (a.s), fırlayarak ayağa kalktı ve dedi ki: “Ya Nebiyyallah! Ben çarpışayım onunla!” Peygamberimiz (s.a.a), “Sen otur; o, Amr’dır!” dedi. Bir rivayete göre ise, “Ya Ali! Sen otur! Ashabımın içersinde, senden daha büyükler var.” dedi.
Amr b. Abduvedd, tekrar şöyle seslendi: “Hani, sizden öldürülünce cennete gireceğini iddia ettiğiniz kimseler nerede kaldılar? İçinizden meydana çıkıp da benimle çarpışacak kimse yok mu?” Hz. Ali (a.s) yine fırladı, kalktı ve şöyle dedi: “Ya Resulallah! Ben çarpışayım onunla!” Peygamberimiz (s.a.a), “Sen otur; o, Amr’dır!” dedi.
Amr b. Abduvedd, üçüncü kez, “Benimle çarpışacak yok mu?” diyerek İslâm ordusuna küfür ve hakaretler savurdu. Yine Hz. Ali (a.s), fırlayıp ayağa kalkarak dedi ki: “Ben çarpışayım onunla!” Peygamberimiz (s.a.a), “Ya Ali! O, Amr’dır!” dedi. Hz. Ali (a.s) ise, “Amr’sa Amr!” dedi.
On bin kişilik müşrik ordusunun geri çekilmesini, Hz. Ali’nin (a.s) hakkını ve değerini hasıraltı eden bazı yazarlar, “Efendim, bir fırtına oluştu; düşman çadırlarını yıktı ve böylece, düşman ordusu geri çekilip gitti.” demiştir. Dünyanın herhangi bir savaşında, iki ordudan birinin, cepheden geri çekildiğini hiç duydunuz mu? Bu yazarlar, kuyruklu yalanları ile Müslümanları gerçekten uzaklaştırarak uyutmuşlardır. Ne yazık ki, İslâm’ın İmam Ali (a.s) ile olan bağlarını kesmişlerdir.
Gerçek şu ki, İslâm ordusu ile müşrik ordusu arasında bir anlaşma yapılmıştır. Eğer, Amr b. Abduvedd’i, İslâm ordusundan bir kişi yenerse, müşrik ordusu geri çekilecek; Amr b. Abduvedd’i İslâm ordusundan kimse yenemez ise, İslâm’ın iptaline karar verilecektir. Bu da şunun göstergesidir ki, Amr b. Abduvedd öldürülmeseydi, o müşrik ordusu geri gitmeyecekti. Hz. Ali (a.s) dedi ki: “O, Amr b. Abduvedd de olsa, ben onunla savaşırım!”
Böylece, Peygamberimiz (s.a.a), Hz. Ali’nin (a.s) Amr ile çarpışmasına müsaade buyurarak kendi kılıcı Zülfikar’ı ona verdi. Zırh gömleğini ona giydirdi, sarığını da onun başına sardı ve kendi eliyle İmam Ali’yi (a.s) kuşandırdı. Sonra da mübarek ellerini kaldırıp şöyle dua etti:
İlâhî! Sen, Ali’ye yardım et! Ubeyd’i Bedir günü, Hamza’yı da Uhud günü benden ayırdın. Ali, benim kardeşim ve amcam oğludur. Sen onu muhafaza et ve beni yalnız koyma![7]
Abdullah bin Ömer, Peygamberimizin (s.a.a) Hendek günü muhacirlerden Talha, Zübeyir, Ali (a.s) ve Sa’d bin Ebi Vakkas ile ensardan Ebu Dücane (a.s) ve Haris bin Simme’nin (a.s) üzerine titreyip durduğunu bildirmiştir.[8]
Hz. Ali (a.s), Amr b. Abduvedd’e yaklaşarak dedi ki:
– Acele etme, ben, senin davetine icabetle aciz olmayarak geliyorum! Her iyi niyet, basiret ve sadakat sahibi kişi, muhakkak ki, düşmanına galebe çalmış ve necata ermiştir. Ben, seni Zülfikar’ın bir darbesi ile devirip cenazeler ağıtçısı gibi başucuna dikileceğimi umuyorum!
Amr b. Abduvedd sordu:
– Sen kimsin?
Hz. Ali (a.s), zırha bürünmüştü ve gözlerinden başka bir yeri görünmüyordu.
– Ben Ali’yim! dedi.
– Abdumenaf’ın oğlu Ali mi?
– Ben, Ebu Talib’in oğlu Ali’yim!
Amr b. Abduvedd, sanki tanımıyormuş gibi, hile ile şöyle dedi:
– Ey Ebu Talib’in oğlu! Amcalarından, senden başka, daha yaşlı kimse yok mu? Ben, senin kanını dökmek iste-miyorum; çünkü senin baban, benim dostumdur.
– Vallahi ben, senin kanını dökmek isterim!
Bunun üzerine Amr b. Abduvedd kızdı, kılıcını sıyırarak atını hızla Hz. Ali’nin (a.s) üzerine sürdü.
Kılıcının yalını ateş gibi parlıyordu. Hz. Ali (a.s) dedi ki:
– Ben senin ile nasıl çarpışayım? Sen atlısın, ben ise yayayım. Atından in de yanıma gel!
Amr b. Abduvedd, hemen atından atladı ve hiddetinden atının sinirlerini kılıçla vurup kesti. Yüzüne de çarptıktan sonra, Hz. Ali’nin (a.s) karşısına dikildi. Hz. Ali (a.s) sordu:
– Ey Amr b. Abduvedd! Ben, senin Kureyş’ten bir kimse ile karşılaştığında, onun iki veya üç dileğinden birisini kabul edip yerine getireceğin hakkında Allah’a söz verdiğini işittim. Doğru mudur bu?
– Evet, doğrudur.
Hz. Ali (a.s):
– Öyleyse, ben seni Allah’a ve Resulullah’a imana ve İslâm’ı kabule davet ediyorum.[9]
Amr:
Ey Ebu Talib’in oğlu! Bu, bana gerekmez! Bırak bunu, benden böyle bir şey isteme.
– Öyleyse bizimle çarpışmayı bırak, yurduna dön git! Eğer, Muhammed’in işi yoluna girip kendisi düşmanlarına galip gelirse, sen, bu hareketinle ona yardım etmiş olursun. Şayet düşmanları, onu ortadan kaldırırsa, senin arzun, onunla çarpışmaksızın yerine gelmiş olur.
– Bu sözü, hiçbir zaman Kureyş’in kadınları söylemezler. Ben, adağımı yerine getirecek güçte olduğum hâlde, onu yerine getirmeden nasıl dönüp giderim? Ben adayacağımı adamış ve intikam almadıkça, başıma yağ ve koku sürmeyi, kendime yasaklamış bulunuyorum. Sen, üçüncü dileğini söyle.
– Öyleyse seni, benimle çarpışmaya davet ediyorum!
Amr b. Abduvedd güldü ve şöyle dedi:
– Doğrusu ben, bu haslette, Araplar içinde, benden korkmadan benimle çarpışmak isteyecek bir kimse bulunabileceğini sanmazdım. Sen, ne diye benimle çarpışmak istiyorsun Ey Ebu Talib’in oğlu?! Vallahi, ben, seni öldürmek istemiyorum; senin baban benim dostumdu. Sen, geri dön git. Sen, genç bir yiğitsin. Ben, ancak, Kureyş’in Ebu-bekir, Ömer gibi yaşlıca ve olgunca olanlarıyla çarpışmak isterim.[10]
Hz. Ali (a.s):
– Fakat ben seni öldürmek isterim, deyince, Amr b. Abduvedd’in kan beynine sıçradı.
Ardından birbirlerine saldırdılar. İlk saldıran Amr b. Abduvedd oldu. Hz. Ali’ye (a.s) kılıçla şiddetli bir darbe indirdi. Hz. Ali (a.s), Amr b. Abduvedd’in darbesini, sığır derisinden yapılmış kalkanıyla karşıladı. Amr’ın kılıcı, Hz. Ali’nin (a.s) kalkanına saplandı ve kılıcın ucu, Hz. Ali’nin (a.s) başını yaraladı. Hz. Ali (a.s) ise, Amr b. Abduvedd’in boynunun köküne indirdiği bir darbe ile kellesini uçurdu. Gövdesini de yere düşürdü. Çığlıklar koptu. Hz. Ali (a.s), “Allah-u Ekber!” diyerek tekbir getirdi. Hz. Ali’nin (a.s) tekbirine uyarak Müslümanlar da tekbir getirdiler.
Peygamberimiz (s.a.a) tekbir sesini duyunca, Hz. Ali’nin (a.s) Amr b. Abduvedd’i öldürmüş olduğunu anladı. Hz. Ali (a.s), Amr b. Abduvedd’in işini bitirince, öteki müşrikler, Hz. Ali’ye (a.s) saldırmak istediler. Hz. Ali (a.s) bunlara da yönelince, kaçıp dağıldılar. Dirrar isimli kaçan müşriğe, “Sebep neydi ki kaçtınız?” diye sorduklarında, dedi ki: “Ali bize yöneldiğinde, ölüm hayali, surete bürünüp bana görünmüştür!”
Bir rivayete göre, Hz. Ali (a.s), Amr b. Abduvedd’in kafasını koparınca, Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) buyurdu ki: “Hak, batılı yendi.” Hz. Ali (a.s), Resulullah’ın (s.a.a)yanına, “La ilahe İllallah! Muhammedu’r-Resulullah!” diyerek gelmiştir.[11]
Peygamberimiz (s.a.a) Hz. Ali’ye (a.s), “Amr b. Abdu-vedd’i öldürdükten sonra, kendini nasıl ve ne durumda bulmuştun?” diye sordu. Hz. Ali, “Bütün Mekkeliler bir tarafta olsalardı, ben de bir tarafta olsaydım, kendimi onların hepsini yenecek güçte bulmuştum, hissetmiştim.” dedi.
Amr b. Abduvedd’in kız kardeşi, ölüsünün soyulmamış olduğunu görünce, “Onu, ancak, onun dengi olan şerefli bir kişi öldürmüştür!” dedi ve sordu:
– Kim öldürdü?
Dediler ki:
– Ali!
Dedi ki:
– Eğer, Ali’den başkası öldürmüş olsaydı, ben, kardeşime ömür boyu ağlardım; ama şimdi, ağlamam; çünkü onu, kendisinden daha yiğit bir kişi öldürmüştür.[12]
Bir rivayete göre, “Hz. Ali’nin, Amr b. Abduvedd’in başını getirip Peygamberimizin (s.a.a) ayaklarının altına attığı” iddia ediliyorsa da, bu doğru değildir. Çünkü bu, İslâm ahlakıyla bağdaşmaz.
Resul-i Ekrem (s.a.a), o gün, Hz. Ali (a.s) hakkında, “Bugün Ali’nin cengi, ümmetimin kıyamete kadarki amellerinden efdaldir.” veya “Ali’nin Hendek Günü Amr’la savaşı, ümmetimin kıyamete dek yaptığı ve yapacağı amelden efdaldir.” diye buyurmuştur.
Bir rivayete göre, o “İki Cihan Güneşi” olan Resul-i Ekrem, (s.a.a) buyurmuştur ki:
Kıyamet günü, ümmetimin amelleri bir tarafa konulacak; Ali’nin o Amr b. Abduvedd kâfirine vurduğu kılıcın sevabı bir tarafa konulacak; yine de, o kılıcın sevabı, ağır gelecektir.[13]
Ahzâb Suresi’nin 25. ayeti, Hz. Ali’nin (a.s) Amr b. Abduvedd’i öldürdüğü zaman inmiştir.[14]
Ali (a.s) Hendek Savaşı’na katılanlar arsında birkaç özelliği ve üstün meziyetiyle belirginleşti:
1- Amr ve arkadaşlarının geçtikleri gediği kapatmaya çalışması. Bu, savaş meydanında ortaya çıkan beklenmedik olaylar karşısında çabuk ve isabetli karar verip bunu derhal tatbik etme yeteneğinin somut bir göstergesiydi.
2- Amr’ın karşısına çıkması ve onu öldürmesi. Müslümanlar onun karşısına çıkmaktan çekiniyorlardı. Resulul-lah (s.a.a) Hz. Ali’nin konumunu ve meziyetini vurgulamak maksadıyla şöyle buyurmuştu:
Ali’nin Hendek Savaşı’nda Amr’ın karşısına çıkması, bütün ümmetimin kıyamet gününe kadar işlediği bütün amellerden daha üstündür.[15]
3- Savaş boyunca üstün bir cesaret ve kuvvet örneği sergilemesi. Bu özelliğini, Amr ile beraber gelip hendeği aştıktan sonra hezimete uğrayıp kaçanları, onlar atlı kendisi yaya olduğu hâlde kovalamasında görebiliyoruz.
4- Savaş boyunca sergilediği birçok davranışı itibariyle yüksek ahlâktan göz kamaştırıcı örnekler verdi. Bu, Resul’ün ve risaletin yüceliğini ortaya koyuyordu. Bu örnek davranışlardan biri, Araplar arasında pahalı ve sağlam bir zırh olarak ün salmış Amr’ın zırhını almamasıdır.
5- Amr’ı ve Nevfel’i öldürmesi, hezimete uğrayıp kaçan diğerlerini de kovalaması, karşılarında Kureyş ve müttefiklerinin muazzam ordusunu görüp korkuya kapılan Müs-lümanların yeniden kendilerine güvenmelerini, öte yandan, rüzgâr ve soğukla boğuşan Kureyşlilerin de hezimete uğramalarını, bir daha saldırı cesaretini kendilerinde bulamamalarını sağladı.
6- Bütün bunlardan sonra Ali’nin (a.s) eriştiği en büyük şeref, teke tek vuruşmaya çıkarken Peygamberimizin (s.a.a) onun hakkında söylediği şu sözdür:
İmanın tamamı küfrün tamamının karşısına çıktı.[16]
Güneş’in Hz. Ali (a.s) için, geri dönüşü ile ilgili olarak nakledilir ki, Sahba adlı bir menzilde Peygamber (s.a.a), mübarek başını İmam Ali’nin (a.s) dizine koyup uyumuştu. Vahiy alametleri zahir oldu; vahiy gelmesi uzun sürdü. Güneş, batmaya yakın oldu. Peygamber (s.a.a), mübarek başını kaldırıp “Ya Ali! İkindi namazını kıldın mı?” dedi. O da, “Kılmadım ya Resulallah!” dedi. Resul-i Ekrem (s.a.a), Allah’a (c.c) şöyle münacat etti: “Ya İlâhî! Ali, eğer senin taatinde ise, güneşi geri döndür de, ikindi namazını eda etsin.” Hak Teala, duasını kabul edip güneşi geri getirdi. Öyle ki, ışığı dağlarda ve ovalarda göründü. Oradakiler, bunu gözleriyle görüp hayret ettiler.[17]
İşte ne yazık ki, Bedir’de bütün sahabîlerin yarı fedakarlığını yapan, Uhud’da ashabın önemli bir kısmı dağılırken, Peygamberimizin (s.a.a) başında pervane gibi dönerek kendisini saldırılara siper edip müşrikleri tek başına parçalayan, Hendek’te sahabe Amr b. Abduvedd’den korkarken, bir vuruş ile, İslâm üzerinden korkunç bir felaketi defeden, Hayber’de sahabîler ümitsizliğe kapılırken, kükreyen bir arslan gibi çıkarak bir eliyle kale kapısını koparıp kendisine kalkan yaparak kaleyi fetheden; sahabîlere istikamet veren, İslâm ordusuna ışık tutup yol gösteren, sayısız harpler kazandıran, “İlmin Kapısı”, “Şah-ı Velayet”, “Mevla”, “Vasiyy-i Nebi”, “Ehl-i Beyt İmamları’nın/On İki İmam’ın İlki” olan Hz. Ali’nin (a.s) değerini, İslâm âlemi, ne yazık ki, tarihte ve bugün bilememiştir.
Zalim Muaviye tarafından şehadetinden sonra, Cuma hutbelerinde, Hz. Ali (a.s) ve oğulları İmam Hasan (a.s) ve İmam Hüseyin’e (a.s) Muaviye’nin emri ile sövgüler yağdırılmıştır. Bu gelenek, Ömer bin Abdulaziz’in iktidarına kadar sürmüştür. Emevî Devleti’nin hükümranlığı boyunca, “bin ay” yani 87 sene, zalim Emevî yönetimi kendi dünyasını imar etmek için, İslâm dünyasında açılmadık yara bırakmadı.
Ne yazık ki çağımızda, Muaviye’nin aramızda dolaşan parasız avukatları, onun ve oğlu Yezid’in yapmış olduğu zulümleri perdeleyerek ilkine Hazret, ikincisine Emirü’l-Müminin diyerek ve lanet edilmemeli diye de ekleyerek ümmeti bilinçsizliğe doğru itmişlerdir. Bu gidişe ne diyelim? Bunun asıl vebali, âlimlerinin sözlerine itibar eden, onlara uyan müslüman kardeşlerimizde değil; cahil ve bilinçsiz “âlimler” dedir.
Bir bakarsınız ki, camilerdeki hutbelerde İmam Ali’nin (a.s) ismi az geçer; ama Hz. Ali’nin (a.s) ünvanları, özellikleri, başkalarına verilir ve onlar büyütülür de büyütülür; ö-vülür de övülür… Takva, yiğitlik, adalet, ilim, hilim, hayâ, keramet bakımından ilk üç halife, nedense ondan (a.s) üstün sayılır. “Efdaliyet sırası, hilafet sırasıdır.” denir. Bu gibi naif sözler, İslâm Tarihi’ni gerçek anlamda bilmemenin bir sonucudur.
Allah-u Teala (c.c), katında üstün değere sahip olan kişileri, bir ayette şöyle nitelendirmektedir:
Allah, mallarıyla ve canlarıyla savaşanları, derece bakımından, oturanlardan üstün kılmıştır.[18]
İmam Ali (a.s), hiçbir harp sırasında oturmadı ve geri adım da atmadı. Başka bir ayette de, sadıklarla beraber olmamız emredilmektedir:
Ey iman edenler! Allah’tan çekinin ve “sadıklar”la beraber olun.[19]
“Sadıklar”la kastedilen Resulullah (s.a.a) ve onun çiz-gisini devam ettiren Ehl-i Beyt İmamları/On İki İmam’dır ki bunların ilki Hz. Ali’dir. Diğerleri de hem Peygamberimizin (s.a.a), hem de Hz. Ali’nin (a.s) evladı olan diğer Eh-l-i Beyt İmamları’dır. (Üzerlerine selâm olsun.)[20]
[1]– Hayvanın uyluk tarafı kalça kısmıdır.
[2]– M. Asım Köksal, age., c.5, s.30
[3]– Taberî, Tarih, c.3, s.45; İbn Hişam, Sire, c.3, s.235; İbn Sa’d, Tabakat, c.4, s.83; Ahmed bin Hanbel, Müsned, c.2, s.446
[4]– bk. M. Asım Köksal, age., c.5, s.63
[5]– M. Asım Köksal, age., c.5, s.75
[6]– İbn Sa’d, Tabakat, c.2, s.68; İbn Hişam, Sire, c.3, s.235; İbn Seyyid, c.2, s.61
[7]– M. Asım Köksal, age., c.5, s.76-77; İbn Hişam, Sire, c.3, s.235; Vakidi, Megazi, c.2, s.470; İbn Sa’d, Tabakat, c.2, s.68; Diyarbekri, Tarihu’l-Hamis, c.1, s.486
[8]– Heysemî, Mecmau’z- Zevaid, c.6, s.135; İbn Sa’d, Tabakatu’l- Kübra, c.2, s.68; İbn Seyyid, Uyunu’l-Eser, c.2, s.61
[9]– M. Asım Köksal, age., c.5, s.78; Hakim, Müstedrek, c.3, s.32-33; Süheylî, Ravdu’l- Unuf, c.6, s.317-319; İbn Seyyid, Uyunu’l-Eser, c.2, s.61-62; Diyarbekrî, Tarihu’l-Hamis, c.1, s.486-487; Halebi, İn-sanu’l-Uyun, c.2, s.641-642; İbn Hişam, Sire, c.3, s.236; Hâkim, Müs-tedrek, c.3, s.32; İbn Seyyid, Uyunu’l-Eser, c.2, s.61
[10]– Vakidi, Megazi, c.2, s.471; Diyarbekri, Tarihu’l-Hamis, c.1, s. 487; Halebi, İnsanu’l-Uyun, c.2, s.642; Hakim, Müstedrek, c.3, s.32; İbn Seyyid, Uyunu’l-Eser, c.2, s.61; İbn Hişam, Sire, c.3, s.236
[11]– M. Asım Köksal, age., c.5, s.81
[12]– İbn Hişam, Sire, c.3, s.236; İbn Seyyid, Uyunu’l-Eser, c.2, s.61-62; İbn Sa’d, Tabakatu’l- Kübra, c.2, s.68; Halebi, İnsanu’l- Uyun, c.2, s.642; Süheyli, Ravdu’l-Unuf, c.6, s.313,319,320; İbn Kesir, el-Bi-dayetu ve’n-Nihaye, c.4, s.106; Diyarbekri, Tarihu’l-Hamis, c.1, s.487; Taberî, Tarih, c.3, s.49; İbn Hişam, Sire, c.3, s.237; Vakidi, Megazi, c.2, s.472; Fahru’r-Razi’nin Tefsir‘inden naklen Halebi, İnsanu’l-Uyun, c.2, s.643; A. Zeyni Dahlan, Sire, c.2, s.7
[13]– bk. Altı Parmak, Peygamberler Tarihi, s.601; Müstedrek, Tari-h-i Bağdat, Tefsir-i Fahr-i Razi, Dürru’l- Mensur, Mizanu’l- İtidal
[14]– bk. Abdülbaki Gölpınarlı, Sosyal Açıdan İslâm Tarihi, s.100
[15]– Müstedrek, Hâkim, 3 / 32, Tarih-u Dimaşk‘ın dipnotlarından (1 / 155) naklen; Feraid’üs-Simtayn, 1 / 255, Hadis: 197
[16]– Şerh-u Nehc’il-Belâğa, İbn Ebi’l-Hadid, 19 / 61
[17]– Altı Parmak, Peygamberler Tarihi, s.652
[18]– Nisâ Suresi: 95
[19]– Tevbe Suresi:119
[20]– bk. Altı Parmak Peygamberler Tarihi, s.646