Herkes ateşi bilir ve alevini de görmüştür. Alevi gördüğünüzde, onun ne olduğunu düşündünüz mü hiç? Bugün alevin gaz ve oksijen bileşiminden meydana geldiği bilinmektedir. Ama eski bilim adamlarından bazıları, kömür veya gaz yağında, görülmeyen akışkan bir maddenin var olduğuna inanıyorlardı. Kömür veya gazyağının yakılmasıyla birlikte, o görülmeyen madde alev şeklinde ayrılıyordu. Bu bilim adamları, o akışkan maddeye sülfür gibi isimler veriyorlardı. Bu görüşün doğruluğunu savunan bilim adamları çoğalmıştı ve o görülmeyen maddeye flojiston adını vermişlerdi.
Stahl (1660-1734)[1] -ateşin özünden ibaret olan- flo-jiston adında uçucu bir maddenin, bütün yakacaklarda var olduğunu ve yakılmalarıyla birlikte de alev şeklinde onlardan ayrıldığını söylemiş ve bunu şöyle izah etmiştir: “Odun, kömür ve yağ gibi maddeler çok çabuk yanar; bunun nedeni, onların fazla miktarda flojiston taşımasıdır. Metallerde ise bu madde, daha az bir miktarda bulunmaktadır.” Hem Stahl hem de bu görüşü savunan diğer bilim adamları, demirin yakılmasıyla birlikte, onda varolan flojistonun ayrıldığına ve kalanın da pas şekline dönüştüğüne inanıyorlardı.
Kükürt hakkındaki görüşlerini de şöyle dile getiriyorlardı: “Kükürdü yakarsak ondaki flojiston ayrılır ve geriye flojistonsuz kükürtten ibaret olan renksiz bir gaz kalır.”
Büyük kimyacılardan sayılan ve aynı zamanda da Lavoisier’in[2] üstadı olan Rouelle[3] de bu görüşü kabullenmiş ve bunu kanıtlamak için de çok çaba harcamıştır.
Yeni kimya biliminin kurucularından olan Fransız bilim adamı Lavoisier, üstadı Rouelle ve diğer bilim adamlarının bu görüşünü mercek altına aldı ve sonuç olarak da flojiston diye bir şeyin olmadığını saptadı.
Lavoisier, 1772 yılında, bir mercekte toplanan güneş enerjisi ile bir kurşun parçasını yaktı ve ağırlığının arttığını gördü. Kendi kendine, “Bir miktar havanın metalle birleşmesi sonucu bunun ağırlığı artmıştır; flojiston varolsaydı, metalin ağırlığının azalması gerekirdi. Öyleyse flojiston teorisini bir kenara atmalı.” diye düşündü.
O, görüşünün doğruluğunu şöyle savunuyordu: “Eğer yanmış kurşunu ısıtacak olsak, kendine çektiği havayı geri vererek yeniden kurşuna dönüşür.”
Lavoisier, 1776 yılında, 12 gün boyunca cıva dolu bir tabağı ocakta ısıttı. Cıvanın yüzeyinde, kırmızı renkli ince bir kabuk belirmişti.
Lavoisier, tabaktaki havanın solunuma elverişli olmadığını görünce, tabağın içindeki havanın cıvayla karışıp bu kırmızı kabuğu oluşturduğu kanısına vardı. Yine de görüşünü kanıtlamak için kırmızı kabuğu cıvadan ayırıp ısıttı ve solunabilir bir gazın çıktığını gördü. Böylece cıva yandığında, bir şeyin ondan ayrılmadığı ve cıva ile birleşerek cıva oksidi üreten bir gazın havada mevcut olduğu sonucuna vardı. Lavoisier, bu gaza oksijen adı vererek şu açıklamada bulundu: “Flojiston diye bir şey yoktur; kimyasal etkileşimlerde etkin olan cisimlerin tümünün ağırlığı, daima elde edilen maddelerin ağırlığına eşittir. Yani, “Bir şey yok olmuyor ve bir şey artmıyor.”[4]
Flojiston teorisinin, Lavoisier tarafından çürütülmesiyle birlikte bu teori, savunucularını kaybetmiş oldu.
Her hâlükârda, flojiston teorisinin ve Lavoisier teorisinin tarihî seyri şunu göstermektedir:
Lavoisier, kimyasal etkileşmelere dikkat çekmek noktasında “Bir şey yok olmuyor ve bir şey artmıyor.” demiştir; bu sözün, felsefî bir konu olan “varlıkların varoluşu ve yaratılış” ile hiçbir ilişkisi yoktur.
Üzücüdür ki bazıları, Lavoisier’in felsefî bir konuya temas ettiğini zannederek şöyle demişlerdir: “Varoluş ve yaratılış olayı, Lavoisier yasasıyla çelişmektedir. Çünkü Lavoisier’e göre, hiçbir şey var olmaz, hiçbir şey de yok olmaz. O hâlde bir şeyin yaratılması nasıl mümkün olur?”
Flojiston teorisi ve Lavoisier yasasının tarihî sürecine dikkat edilecek olsa bunun, yaşadığımız dünyada gerçekleşmekte olan kimyasal etkileşmelere dönük olduğu açık bir şekilde anlaşılacaktır. Başka bir tabirle, bu evren öyle bir yapıya sahiptir ki, onda mevcut olan hiçbir şey yok olmaz ve bir şey de ona eklenmez.
Evrenin yaratılmış olması veyahut ezelden beri bu haliyle mevcut olması, felsefî bir konu olup tümüyle Lavoisier yasasının kapsamı dışındadır. Bu da demektir ki, Allah’ın dünyayı yarattığına inanmak, Lavoisier yasasıyla çelişmemektedir.
Burada şu noktaya da değinmek gerekir ki, bilim adamlarının bilimsel teori ve görüşlerini öğrenirken, daha derin bir bakış açısıyla yaklaşmak, azamî derecede dikkat etmek, bilgili ve güvenilir insanlardan fikir almak gerekir ki gerçekler aydınlığa kavuşsun. Aksi takdirde, inançsal konular şüphe altında kalabilecektir.
Unutmamak gerekir ki teoriler, değişmez bilimsel gerçekler türünden olmadığı için her teori karşısında teslim olmamak gerekir. Birçok bilim adamı tarafından asırlarca savunulan nice görüşler çürütülmüş ve sonra da unutulmuştur. Tarihsel sürecini aktardığımız flojiston teorisi, bu alandaki bir örnekten ibaret. Bugün Lavoisier yasası da önceki şeklini (maddenin kalıcılığı yasası) kaybederek “madde ve enerjinin kalıcılığı yasası” durumuna gelmiştir. Bunu şöyle açıklamak mümkün: Lavoisier yasasına göre, sekiz gram oksijen ile bir gram hidrojenin bileşiminden dokuz gram su elde edilir. Oysaki bugün gerçekleştirilen deney ve incelemeler sonucunda, maddenin çok az bir miktarının ısı enerjisine dönüştüğü ve elde edilen su miktarının dokuz gramdan az olduğu bilinmektedir.
[1]– Stahl; Alman kimyacı ve fizyolojist. (İlimler Tarihi, Pier Roso, 4. baskı, s.303-304.
[2]– Gavoisier (Doğum: 1743, Ölüm: 1794)
[3]– Rouelle (Fransız bilim adamı. Doğum: 1703, Ölüm: 1770)
[4]– Rien ne se pera et rine ne secree.